Dünya’nın en kalabalık ülkesi, dünya ekonomisinde ikinci sırada yer alan ve Birleşmiş Milletler’in daimi Güvenlik Konseyi Üyesi Çin, son altı aydır ciddi eleştiriler ile karşı karşıyadır. Nüfusu, devasa üretim gücü ve ekonomisine rağmen dünya siyasetinde aynı oranda etkin olmayan Çin’in 2050’lerde dünyanın en büyük gücü olma ihtimali, bugünkü egemenleri, özellikle de ABD’yi rahatsız etmektedir.
ABD’nin varlık gösterdiği her coğrafyada ve her alanda ortaya çıkan Çin, partnerlerine karşı takındığı esnek siyasetiyle ABD’nin ulaşamadığı pek çok yerde bile varlık gösterebilmektedir. Dünya egemenlerinin en büyük rakibi ve dünya liderliğinin potansiyel adayı olması tabii olarak ona karşı bazı komploların, devletlerarası oyunların sergilenmesine de sebep olmaktadır.
Kasım ayının ilk haftasında, BM İnsan Hakları Komisyonunu, Çin’de Uygur ve Hui Müslümanlarına, Tibetlilere ve diğer azınlıklara karşı uygulanan siyaseti özellikle bir milyondan fazla Müslüman Uygur Türk’ünün “yeniden eğitilmesi” gerekçesiyle kamplarda tutulmasını eleştirmiştir. Çin, bu eleştiriyi “siyasi bir yönlendirme” olduğu gerekçesi ile reddetmiştir.
BM’nin çok adil çalışmadığı, ABD’nin bir kulübü gibi hareket ettiği, Irak’ın işgali örneğinde olduğu gibi, yalan-yanlış rapor ve sahte belgeler ile skandal kararlara imza attığı bilinmektedir. Bu yanlışların uygulanmasında daimi Güvenlik Konseyi Üyesi sıfatıyla sorumlulukları göz ardı edilip bakılırsa; Çin’in şimdiki itirazının yerinde olduğu varsayılabilir.
ÇİN HEDEF TAHTASINDA MI?
Peki dünyanın çeşitli yerlerinde yükselen feryatlar, sağır sultana kadar ulaşan iniltiler, insanlığı hedef almış iddialar tamamen asılsız mıdır? Veya kimi iddialara göre sadece ABD’nin propagandaları mıdır?
Batısıyla, Doğusuyla Türkistan, 19. yüzyıldan itibaren kendilerine uygulanan asimilasyon, hak mahrumiyetleri ve insanlık dışı muameleler ile acı çekmektedir. Bugüne kadar eserlerini okuduğum, tanıdığım, görüştüğüm Türkistanlılardan mutlu olana, feryat etmeyene rastlamadım. Bütün dünyada ulus devletler paradigmasının yarattığı bu tür sorunları, benzeri şartlardaki herkesin yaşadığı bir gerçektir. Ancak toplumların mücadele azmi, kimi rejimlerin kolay dönüşmesi ve uluslararası baskılar ile birçok yerde bu sorunlara kısmen çözüm üretilebilmiştir. Oysa kapalı birer rejim olan eski Sovyetler Birliği ve Çin Hak Cumhuriyeti’nin komünist rejimleri altında kalan Türkistanlıların çığlıklarını kimse duymadı veya bugün olduğu gibi duymak istemedi. Ancak artık mızrak da çuvala sığmaz oldu. Özellikle Çin’in son uygulamalarını, ona karşı tavır almış olan ABD’nin propagandası veya BM’nin yönlendirilmesi olarak görmek mümkün değildir.
HİÇ MUTLU TÜRKİSTANLI GÖRMEDİM
Bütün söylemlerden, iddialardan, Çin’in ülkemizdeki lobilerinin itirazlarından bağımsız olarak, yemin ederim ki; 1980’lerden itibaren tanıdığım hiçbir Türkistanlıyı mutlu görmedim. Dünyanın çeşitli yerlerine savrulmuş olan tanıdığım Batı ve Doğu Türkistanlıların hemen hepsinin hikâyeleri aynı idi: Baskı, zulüm, işkence, zindan, sürgün ve kaçış.
Ülkemizde sürgünde ölen Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca’yı tanımadım, ama oğlu değerli bilimadamı Timur Kocaoğlu ile aynı yerde çalıştım. Sahip olduğu her şeye rağmen geriye baktığında mutsuz idi. Doğu Türkistan’ın liderlerinden rahmetli İsa Alptekin ile çok yakın olmadım fakat 1995 yılında, İstanbul’da, ölümüne kadar Doğu Türkistan’da yaşanan zulmü defalarca ondan dinledim. Daha da önemlisi otuz yıla yakın Çin zindanlarında ve kamplarında yaşamak zorunda kalan ve Türkiye’ye kaçıp geldikten sonra İsa Alptekin’in referansı ile girdiği Marmara Üniversitesi’nde birlikte çalıştığımız İ. Kurban’ı tanıdım. O da bize anlattıklarını ve mutsuzluğunu yazdığı hatıralarına yansıtanlardan oldu.
Sovyet zulmünden kaçarak değişik ülkelerde yaşadıktan sonra Mısır’da karar kılan büyük Türkistanlı alim Mübeşşir et Tırâzî’nin oğlu ile ömrünün son yıllarında beraber oldum. Hayatını, Mısır’da Osmanlı Tarihi ve eserleri ile Türkistan Tarihini anlatarak geçiren Nasrullah et Tırâzî de mutlu değildi. Ailesinin yaşadıklarına rağmen oldukça mütevekkil bir tavır takınan Nasrullah et Tırâzî, Kahire’deki mütevazı evinde bana, sürgünde çocuklarına övündüğü kendi anadili Türkçeyi miras bırakamamaktan yakınıyordu. Bundan dolayı üzgündü ve mutsuzdu.
Seksenli yıllarda hayatı zindanlarda geçmiş büyük şair Abdurrahim Ötkür’ü tanıtan ve onun İz romanı üzerinden bana Uygurca öğretmeye çalışan bir dostum vardı. Kader bizi üçüncü bir ülkede bir araya getirmişti. Türkiye özlemi duyuyordu ama Çin’den çıkarken yasaklandığı için gelemiyordu. Çin’e döndükten sonra aziz dostumun akıbetini de bir türlü öğrenemedim. Bütün iyiliği yüzünden okunmasına rağmen gündüz hiç gülmeyen bu dostum da gece karanlığında ırkının, dininin ve neslinin geleceği için gözyaşları döküyordu.
Bu canlı örneklerin daha onlarcasını verebilirim. Üstelik, ABD’nin Çin’i adam yerine koymadığı yani rekabet komplolarına gerek olmadığı dönemlerden. Ancak lâfı uzatmaya gerek yoktur. Bugünlerde kim neyi, niçin yapıyor olursa olsun, bilinmelidir ki; Doğu Türkistan’da Müslüman Uygurlar sadece kimliklerinden dolayı zulüm altındadır. Hangi gerekçe ile olursa olsun, bunu görmemek zulme ortak olmaktır.
Türkiye ile Çin arasında iyi ilişkiler varsa ve gelecekte büyük ortaklıklar düşünülüyorsa, Müslüman Uygur Türklerinin de bu ilişkilerin merkezinde yer alması tabiidir ve yer alacaklardır. Onların feryadı bu ilişkilere kurban edilemez ve edilmemelidir. Çin’in gerekçe gösterdiği “ayrılıkçı, terörist ve radikal” gurupların varlığı ve faaliyetleri ile BM’nin iddia ettiği iki milyona yakın insana kamplarda uygulanan zulüm arasındaki farkı açıklamak ve dünya kamuoyunu tatmin etmek bize değil, Çin’e düşmektedir.
Kaynak: Yeni Şafak Yazar: Zekeriya Kurşun
İlk yorum yapan siz olun