Aziz Dolu Atabey – Çin’in, son dönemlerde büyük önem verdiği ve “İpek Yolu” adıyla anılan tarihin en ünlü ticaret yolunu tekrar canlandırmak için başlattığı girişim neredeyse bütün Asya ülkelerini heyecanlandırmışa benziyor. Ama biraz coğrafya bilgisi, biraz tarih bilgisi olan herkes açılması düşünülen bu yeni ticaret yolunun Türkistan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacağını bilir ya da en azından öngörebilir. Hatta Türkiye’nin, İstanbul Boğazı’na yaptığı Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün ileride bir gün özelleştirilmesi gündeme geldiğinde, en yüksek teklifin Çinli firmalar tarafından verileceğini de…
Ticaret yolunun geçeceği ya da geçmesi olası güzergâhlar başlıca üç başlık altında toplanabilir. Bu güzergâhların ilki Sibirya hattıdır. Çin’den başlayacak olan hattın Batı Avrupa’daki anakentlere (metropol), limanlara uzaklığı 15 bin km’dir. Rusya’nın neredeyse tek başına tekel oluşturması ve -en azından Asya’da- başka ülkelerin dolayısıyla bürokratik, siyasî, iktisadî vd. sorunların en aza indirilmesi gibi bir yararı (avantaj) bulunmaktadır. Yaramayan (dezavantaj) tarafı ise bu hattın geçeceği yerlerde uzun süreli kış etkisinin hâkim olması; özellikle kış aylarında gözlemlenen aşırı kar yağışları ve soğuklar ve buna bağlı olarak buzlanma, sis vb. olumsuzlukların ulaşım açısından büyük sıkıntılar doğuracağıdır. Bir diğer husus ise bu hat boyunca yer alacak nüfus ve yerleşim yoğunluğunun çok düşük olmasıdır ki, projeye taraf olmak isteyen ülkelerin de belirttiği gibi iktisadî yararları yanında kültürel etkileşim, sonrasında taraf ülkelere barış ve huzur getirmesi gibi beklentileri bulunan -adı üstünde- “Yol ve Kuşak” projesinin daha en başından güdük kalacağı açıktır. Çin’in, Rusya gibi -şimdilik- güçlü bir ülkeye bağımlı kalmak istemeyeceği de hesaba katılmalıdır bu arada.
“Yol ve Kuşak” projesinde 2. seçenek Batı Türkistan ve Türkiye hattıdır. Çin-(Doğu Türkistan)-Kırgızistan-Kazakistan-Özbekistan-Tacikistan-Türkmenistan bağlantı hatları ile Hazar Denizi’ne ulaşılacaktır. Söz konusu bu 2. seçenekle ilgili tartışma konusu ise Hazar Denizi’nin kuzeyinden yani Rusya Federasyonu’ndan (Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti, Tataristan Özerk Cumhuriyeti veya -pek olası görülmemekle birlikte- Dağıstan Özerk Cumhuriyeti…) mı yoksa İran’dan mı geçeceği ile ilgilidir. Tam da bu noktada Türkmenistan tarafından gündeme getirilen ve Türkmenistan-Azerbaycan arasında vapurlar yardımıyla oluşturulacak denizyolu önerisinin yani Trans-Hazar bağlantı hattının kabul edilebilirliğini ise pek de olası görmüyoruz. Burada göz önünde bulundurulacak olan değerlendirme ölçekleri en az ticarî verimlilik kadar siyasî gerçeklilikleri de kapsayacaktır kuşkusuz. Hakimiyetini sürdürebilmek için Kafkasya’nın buhrana (kaos) sürüklenmesine göz yuman hatta teşvik eden Rusya bu noktada kendi ayağına sıkmış olmaktadır. Hal böyle olunca hattın Horasan, Tahran, Tebriz ve/veya Bakü bağlantı hattını izleyerek Türkiye’ye ulaşacağı kesin gibidir. Türkistan hattının en büyük yararı Çin-Batı Avrupa arasındaki mesafeyi 10 bin km’ye düşürecek olmasıdır. Yine hat boyunca nüfus ve yerleşim yoğunluğu hem kültürel etkileşimi hem de büyük bir ticaret birikimini (potansiyel) barındırmaktadır. Dahası Çin’in ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde ürünlerini ucuz ve de en çabuk şekilde elde edebileceği tek yer demir, kömür, neft (petrol), doğalgaz, buğday, pamuk diye giden oldukça zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip Batı Türkistan’dır. 1952 yılından bu yana işgal altında tuttuğu Doğu Türkistan ise bu bölge ile tarihî, kültürel ve coğrafî açıdan bir bütünlük sergilemektedir. Üstelik bu hattın uzunluğu, Sibirya hattından 5 bin km daha kısadır. Burada bizi ilgilendiren bir diğer husus ise Azerbaycan’ın ne şekilde projede yer alacağıdır. Kaldı ki “şehit” İsmail Enver Paşa, “gâzi” Mustafa Kemal Atatürk, “şair” Mehmet Emin Resulzade, “sosyolog” Mehmet Ziya Gökalp, “aydın” Mirza Feth Ali Ahundzade diye giden birçok Türk büyüğünün ülküsü ve de öngörüsü olan Türkiye-Azerbaycan birliği bir gün mutlaka sağlanacaktır. Haliyle Bakü ve/veya Tebriz’in bu projede yer alması uzun vadede Türkiye-Türkistan birliği açısından “olmazsa olmaz” diyeceğimiz kadar önemlidir. Bir başka husus Afganistan Savaşı’nın, Rusya’daki Türkler arasında millî bilincin (şuur) yükselmesine yol açmasına benzer bir durum yeni İpek Yolu projesi ile de ortaya çıkabilir ve uzun vadede Türkistan’ın doğusu ile batısı arasında bir birleşme, bütünleşme sağlanabilir. Projenin Türkler açısından olumsuz tarafına gelince; Rusya parçalanır, buna karşılık -Almazbek Atambayev’in de sözünü ettiği- güçlü bir Türk Birliği kurulamazsa kalabalık ve yoksul Çin nüfusunun “Yecüc-Mecüc” gibi Sibirya’ya ve Batı Türkistan’a hatta Orta Doğu’ya doluşması işten bile değildir.
Projenin üçüncü ayağı Pakistan üzerinden Arap denizi kıyılarına kadar devam eden bir mal ve enerji nakil hattı sistemidir. Bu hat, Doğu Türkistan’ın tarihî Kaşgar şehrinden başlayacak ve doğudan, batıya kadar boydan boya 3 bin km. yol alarak Pakistan’ın, Belucistan eyaletinin liman kenti olan Gwadar’a bağlanacaktır. Kaşgar-Gwadar güzergâhı, kara ve demiryolu ile petrol ve doğalgaz taşıma (nakil) amaçlı kullanılacaktır. Ve tabi insan taşımacılığında… 2014 yılında bu projeyle ilgili olarak 2 ülke arasında toplam 48 milyar dolar tutarında 17 anlaşma imzalanarak, altyapı çalışmalarına başlanmıştır. Kara ve demiryolu bağlantıları ile Hint Okyanusu’na erişmek, buradan da denizyolu ile Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e ya da Afrika’nın güneyinden Batı Avrupa’ya ulaşmak olarak ortaya konan bu seçenek ticarî ve -projenin ruhu açısından- verimlilik açısından en düşük olasılığa sahip öneridir. Zira Çin ile Batı Avrupa ülkeleri arasındaki mesafe 20 bin km’ye çıkmakta ve bu da zaman kaybı, maliyet artışı anlamına gelmektedir. Hattın kültürel ayağının bölük-pörçüklüğü bir yana, Çin’in -kalabalık nüfusu yüzünden- enerji, gıda, giyim ilgili gereksinim duyduğu hammaddeleri, ürünleri karşılaması zorlaşacaktır. Bu öneriye İran’ı da dâhil etme çabaları tam da bu noktada masaya sürülmüştür. Çünkü önerinin daha masaya gelmeden reddedileceği açıktır. Peki, Pakistan-İran bağlantı yolu bir seçenek olabilir mi? Irak-Suriye hattından Akdeniz’e çıkılması durumunda tabi ki olabilir. Böylece Çin, gereksinim duyduğu enerji kaynaklarına da erişebilecektir. Kime rağmen? ABD ve Rusya’ya rağmen!.. Ortadoğu’daki hesaplaşmanın, paylaşmanın bu tarafının da hesaba katılması gerekmektedir. Haliyle Ortadoğu’da kargaşa ne kadar uzun sürerse bundan Amerika ve Rusya kazançlı çıkacaktır. Çin ise enerji ve hammadde gereksinimlerini daha yüksek bedel (maliyet) ödeyerek sağlamaya devam edecektir. Ta ki Türkistan-Türkiye hattı hizmete girinceye kadar!..
Türkiye’nin uzunca bir süredir Uzakdoğu’daki Çin ile ilişkilere ayrı bir önem verdiği sır değildir. Hatta bu uğurda bizzat dönemin ANAP’lı başbakanı Mesut Yılmaz’ın emri ile Doğu Türkistanlı kardeşlerimize terörist muamelesi bile yapılmıştır. Ve ne yazık ki halen de yapılmaya devam edilmektedir. AKP hükümetlerinin, Yol ve Kuşak projesine -örtülü de olsa- destek verdiği hatta projenin taraflarından biri olma niyetinin, erkinin (irade) ortaya konulduğu da görülmektedir. Türkiye’nin, başlattığı devasa altyapı hamleleri ile projenin Uzakbatı Asya’daki son ayağı olan İstanbul ve Çanakkale köprüleri ile daha şimdiden projeye taraf olan ülkelerin aklını çelmeyi başardığını söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye’nin daha yapacağı işlerin, altyapı hamlelerinin olduğu da bir gerçektir. Söz gelimi; Doğu Anadolu’dan, Doğu Akdeniz’e yani İskenderun Körfezine erişimi sağlayacak bir demiryolu ağının mutlaka bu projeye dâhil edilmesi gerekmektedir. Adana-Gaziantep-Diyarbakır-Mardin-Musul-Kerkük ara bağlantısı ve Gaziantep-Halep-Şam bağlantısı tamamlanmalıdır. Bu noktada, Türkiye-Rusya ve ABD’nin anlaştığı ve içsavaş sonrası Halep bölgesinin Türkiye’nin gözetimine bırakılacağı ile ilgili haberler de çok önemlidir. Doğu Anadolu’dan hareketle Kayseri-Konya istikametinde devam edip; buradan da Antalya, İzmir ve Eskişehir-Çanakkale bağlantıları ile Güney Anadolu ayağı tamamlanmalıdır. Kuzey Anadolu hattı Erzurum-Ankara-Kocaeli düzleminde düşünülmeli; bu hatta Batum, Trabzon, Samsun, Zonguldak gibi kentler de mutlaka eklemlenmelidir.
İç hatlara yönelik olarak bizim önerimiz sekiz köşeli Türk yıldızı modelidir. Başkent olmasından da kaynaklanan güvenlik tehlikesi (risk), ulaşım (trafik) yoğunluğu gibi olası sıkıntılara karşı Ankara’yı rahatlatmak amacıyla Aksaray-Kırşehir taraflarını merkez kabul ettiğimiz bu modelde iç içe geçmiş artı (+) ve çarpı (x) işaretlerine benzer bir düzlemde Türkiye’nin bölgelerini ve belli başlı kentlerini demiryolu ağı ile birbirine bağlamak gerekmektedir. Misal Türkiye turizminin başkenti olarak kabul edilen bir Antalya’da demiryolu ağı bulunmaması dahası bu ilimizden Niğde, Nevşehir, Konya, Afyon, Denizli gibi illere hızlı ve rahat ulaşım hizmeti verilememesi sosyoekonomik ve sosyokültürel açıdan bir kayıptır. Antalya’yı ziyaret eden milyonlarca gezgine (tourist) Peribacaları, Mevlâna türbesi/müzesi, Sandıklı termal kaplıcaları, Pamukkale travertenleri gibi doğal ve kültürel değerler de birer seçenek olarak sunulmalıdır. İpek Yolu projesinin kültürel ayağının Asya-Avrupa arasında bir köprü işlevi gören Türkiye’nin turizmine yapacağı katkı da büyük olacaktır kuşkusuz.
“Kuşak Ve Yol” projesinin iktisadî açıdan bizi çok da fazla ilgilendirmediğini belirtelim. Bizi asıl ilgilendiren Doğu Türkistan dahası bu ülkede yaşayan ve Uygur, Salur (Salgur), Sarı Uygur, Kazak, Kırgız, Moğol diye çağrılan soydaşlarımızın varlığıdır. Bu soydaşlarımızın maruz kaldığı soykırıma varan toplu kıyımlar (katl-i âm) işkenceler, baskılardır. Doğu Türkistan’ın yakın tarihi şanla, şerefle ve bir o kadar da kanla, gözyaşıyla yoğrulmuştur. 1931’de başlayan Türk-Çin Savaşı iki yıl kadar sürmüş ve 22 Kasım 1922 tarihinde Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti kurulmuştur. Kurucuların ilk işi Ankara’ya, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’e “Gök bayraktan, al bayrağa selâm olsun!” diye başlayan bir telgraf çekmek olmuştur. Bağımsızlık ilânı demek olan bu telgrafı alınca, sevinçten gözlerinin parladığı söylenen Atatürk, “Al bayraktan, gök bayrağa selâm olsun!” diye başlayan yanıtı bizzat kendisi dikte ettirmiştir. Bu devlet, işbirliği yapan Rusların ve Çinlilerin baskıları sonucu fazla uzun ömürlü olamamıştır. Onun öncesinde ise bağımsızlığını ilân ederek, İslâm halifesi Sultan Abdülaziz Han’a (bir başka deyişle Devlet-i Âli’ye) bağlanan (biat) bir Kaşgar Devleti de söz konusudur. Devamla Doğu Türkistan’ın geçmişi Karahanlılar, Uygurlar, Göktürkler, Hunlar daha da gerilere gidersek Vey, Chou gibi Türk Hanedanlıklarına kadar giden bir derinliğe sahiptir.
Özgürlük ateşi hiçbir zaman küllenmeyen tarihî Türk ülkesinde 1944’te kurulan (hatta Rusya’nın da desteğini alan) Doğu Türkistan Cumhuriyeti, Mao’nun Komünist devrimi sonrasında Rusya ve Çin’in tekrar anlaşması ve eş zamanlı olarak saldırması yüzünden 1949’da Çin tarafından tekrar işgal edilmeye başlanmıştır. Bu işgali hiçbir zaman tanımayan Doğu Türkistanlılar 1950-1952 yılları arasında -aslen Kazak Türklerinden olan- “Altay kartalı” lâkaplı Osman Batur’un öncülüğünde ayaklanmışlar; aşağı-yukarı 30 bin kişiden oluşan, çoğunluğu süvari olan üstelik de ateşli silahları yok denecek kadar az olan bir kuvvet ile işgalci Çin ordusunu ülkelerinden kovmuşlardır. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin günden güne güçlendiğini gören dahası Türk Ordusunun ateşli silah ve cephaneden yoksun oluşunu fırsata çevirmek isteyen Pekin yönetimi -Rusya’nın da desteğini alarak- 1952’de makinalı tüfekler (mitralyöz) ve toplarla donattığı Çin Kızıl Ordusunu tekrar Doğu Türkistan’a saldırtmıştır. Cephanesi biten; ne acıdır ki tahta parçalarına paslı çiviler çakarak (yaralanan Çinli askerlerin tetanos olmaları en azından çabuk iyileşmemeleri için) savaşmak zorunda kalan Türk Ordusu en büyük felaketi Osman Batur’un esir düşmesi ve -kulak, burun gibi kimi organlarının kesilmesi gibi türlü işkencelere maruz kaldıktan sonra- asılarak şehit edilmesiyle yaşamıştır.Osman Batur’un şehit edilmesi ile daha da bilenen, kinlenen Türklerin yüreğindeki özgürlük ateşi hiç sönmemiş; Doğu Türkistan’da 1953, 1956-1959 (Türkler ve Tibetliler eş zamanlı olarak..), 1962, 1969, 1970, 1978, 1980, 1988, 1990 yıllarında çeşitli çapta ayaklanmalar olmuştur. Avrupa’daki özgürlük hareketlerinden etkilenen kimi genç direnişçilerin 1987’den itibaren silahlı direniş yöntemini benimsedikleri ve 3 yıl içinde 200’e yakın bombalı eylem gerçekleştirdikleri de söylentiler arasındadır. Çin yönetimi 1993, 1994 ve en son 1997’de, Pekin’de meydana gelen bombalı eylemin de yine bu gençler tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürmektedir. Belki de bombalı eylemlerin etkisiyle, Çin yönetimi 1 Ekim 1995 tarihinde Doğu Türkistan’a “Sinkiang (Sincan) – Uygur Özerk Bölgesi” konumu (statü) vermiştir. Bununla birlikte biz, Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçekleşen bu tür eylemlerin tamamen Uygur Türklerine mal’edilmesinin de yanlış olduğu kanaatindeyiz. Zira Tibet’te de Çin işgaline karşı bir millî direniş söz konusu olup; önceleri pasif direniş gösteren bu hareketin de pekâlâ silahlı direniş seçeneğine yönelmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çin’in, karşı terör (kontr-terör) eylemleri ve telkinleri (propaganda) yapma olasılığını da hakeza. Yeri gelmişken Uygurların başını çektiği Doğu Türkistan Millî Kurtuluş Hareketini, ABD güdümünde bir kukla örgütlenme gibi gösterenlere küçük bir hatırlatma yapalım. 1996-2000 yılları arasında bazı Doğu Türkistanlı savaşçıların -özellikle- Afganistan ve Pakistan sınırlarını kullanarak Çin’e karşı silahlı eylem gerçekleştirme girişimleri olduğu vakıadır. 11 Eylül saldırıları ve sonrasında Afganistan’ın işgali, Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurulması, Kuşak ve Yol” projesi gibi gelişmeler bu tür silahlı kurtuluş eylemlerinin önünü tıkamıştır. Dahası Doğu Türkistan silahlı direniş hareketinin komutanı olan Hasan Mahdum’un, ABD ordusunun 2002 yılında gerçekleştirdiği bir hava saldırısında şehit olduğu da bilinmektedir. Şu durumda (hal-i hazırda) Doğu Türkistan Millî Özgürlük Hareketinin başçılığını (leader), Uygur Türklerinden olan ve ABD’de yaşayan Rabia Kadir üstlenmiş gözükmektedir.
Doğu Türkistan’da ana kütleyi Uygur Türkleri oluşturmaktadır. İkinci kalabalık Türk boyu Kazaklardır. 1996 nüfus sayımına göre nüfusun % 64’ünü Türkler, % 36’sını Han Çinlileri oluşturmaktadır. Uygurların, nüfusa oranı % 41 olup; geri kalan %23’lük kesim ise -Kazaklar çoğunlukta olmak üzere- diğer Türk boylarındandır. Sarı Uygurların Çinlileşmesi ve Kalaçlar, Vey Hanedanlığı, Chou Hanedanlığı gibi Türk toplulukları ile aynı kaderi paylaşması an meselesidir. Yine Salurlar (Salgur) da kültürel açıdan baskı altındadır. Sonrasında, Uygurlar tam anlamıyla bir tecrit, eritme ve yok etme siyasetiyle (politica) karşı karşıyadırlar. Ülkeye durmadan Han Çinlisi taşıyan Pekin yönetiminin, önümüzdeki 50 yıllık süreçte 100 milyon Han Çinlisi yerleştirmek suretiyle Uygur Türklerini önce azınlık durumuna düşürmek sonra da eriterek (asimilation) tamamen Çinlileştirmek için eylem planı hazırladığına ilişkin haberler gelmektedir. Faşizm ile Komünizm ideolojilerinin iç içe geçtiği bir ülke olan Çin, tam anlamıyla bir açık hava hapishanesidir. Doğu Türkistan ise bu hapishanenin bahçe duvarları içinde kalmış bir tecrit (isolation), eritme (assimilation) ve yok etme (destruction chamber) odasına dönüştürülmüştür. Bugün Doğu Türkistan’da -büyük çoğunluğu Uygur olmak üzere- 1 milyondan fazla Türk’ün toplama kamplarında tutulduğu Birleşmiş Milletler kayıtlarına da geçmiş bulunmaktadır.
Çin’in, uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak Doğu Türkistan’da uyguladığı baskılara, toplukıyımlara (katl-i âm) karşı uluslararası kurum ve kuruluşlar harekete geçirilmeli; Çin’in insanlık dışı yönetim anlayışına ve her gün bir yenisi eklenen insan hakları ihlallerine “dur” denilmelidir. Doğu Türkistan özgür olmalıdır. Doğu Türkistan’da yaşayan Kazak Türklerinin de son dönemlerde benzer baskı ve zulümlere maruz kaldığı ve Kazakistan’ın, bizzat Nursultan Nazarbayev aracılığı ile devreye girdiği bilinmektedir. Haliyle projenin kültürel boyutu çerçevesinde Doğu Türkistan’a barış ve huzur gelmesi; Çin’in, insan hakları ihlallerine bir son vermesi için Türkiye’nin de devreye girmesi gerekmektedir. Türkiye, Doğu Türkistan’ın yanı sıra Güney Azerbaycan, Türkmeneli, Batı Trakya, Kırım diye giden Türk yurtlarındaki insan hakları ihlallerini katıldığı uluslararası toplantılarda dile getirmeli; Türklerin, sosyo-kültürel ve demokratik haklarını elde etmeleri için her türlü girişimde bulunmalıdır. Ama öncelikle Uygur Türklerine reva görülen ve -neredeyse- soykırıma dönüşen toplu kıyımlara (katl-i âm) karşı Çin ve Birleşmiş Milletler nezdinde harekete geçmelidir. Atatürk’ün, Japon elçiye söylediği “Bir gün tüm Türk devletleri Çin Seddi’nde buluşacağız.” kehaneti ise Türk’üm diyen herkes için bir vasiyet, bir ülkü, bir millî ant olmalıdır!.
Aziz Dolu Atabey
Serik-18.07.2018
İlk yorum yapan siz olun