Gene A. Bunin’in 31 Temmuz 2018’de “How the ‘Happiest Muslims in the World’ are Coping with Their Happiness” adıyla livingotherwise.com sitesinde yayımlanan makalesi yazardan alınan özel izinle
MDM- Millî Strateji Araştırma Kurulu editörlerinden Mustafa Levent YENER tarafından çevrildi.
Ferâgatnâme: Bu makalenin büyük bir kısmı, Çin (“İç Çin”) ve Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde ikamet eden etnik Uygurların sözlerini, görüşlerini ve davranışlarını yazarın bir buçuk yıl önce gözlemlediği şekilde aktarmayı amaçlamaktadır. Bahsedilen kişileri korumak için, belirli bir kişinin kimliğini belirlemeye yardımcı olabilecek diğer ayrıntıların yanı sıra, ilgili adları, yerleri ve zamanları kasıtlı olarak gizledim veya değiştirdim. Bireylerden yapılan alıntılar Uygur’daki kayıt dışı konuşmalardır ve bu nedenle de hem yetersiz hem de çeviri nedeniyle bazı bozulmalara maruz kalmaktadır. Bu kuşkusuz belirsizlik riski taşıyor olsa da temelin korunmuş olduğuna ve dolayısıyla okuyucunun anlaması için umut olduğuna inanıyorum.
Yaklaşık bir yıl önce, İç Çin’deki Uygur restoranları hakkında yazmayı amaçladığım bir yemek rehberinde yer vermek için Kerim’in restoranına girdim. Bu proje için yaptığım seyahatler nedeniyle 50’den fazla Çin şehrinde, 200’e yakın restoranı ziyaret ettim; Kerim’in restoranı iyi bir izlenim bırakanlardandı. Mükemmel baharatlı pilavının yanı sıra orada, zevk için saatlerce oturmama neden olan ve sıcaklık hissi veren bir topluluk vardı. Kerim muhteşem bir ev sahibiydi. Müşteriler seviyeli bir mizah ile önemli ve güncel konulara değinen masalar arası sohbetler ediyorlardı.
Ziyaretlerimden birinde konuşma, Uygurların Büyük Han’da -çoğunluğun yaşadığı kentte- karşılaştıkları ayrımcılığa yöneldi. Yerel otellerin genellikle oda bulunmadığını iddia ederek Uygur ziyaretçilerini reddetmeleri, birçok müşteri tarafından ortaya konan önemli bir örnekti. Birisi, Uygur bir polis memurunun bile bir oda almasının engellendiğini bir gülerek anlattı. Kolaylıkla Ortadoğulu sayılabilecek, gerçek bir polyglot olan Kerim, bir otele nasıl gittiğini ve ön büro personeliyle nasıl İngilizce konuştuğunu anlattı. Onun bir yabancı olduğuna inanıp odanın müsait olduğunu söylediklerini, belgelerini istediklerinde Çin kimlik kartındaki “Uygur” kelimesini gördükten sonra sözlerinden döndüklerini anlattı.
Bir gün karşımda otururken, Çin’deki ayrımcılık ve ırkçılıktan şikâyetçi başka bir grubun hikâyesini anlattı: Afrika topluluğu. Anlattığına göre, Çin metrosunda hei gui “siyah şeytan” olarak hitap edilen siyah bir kişinin kendisine hakaret edene defalarca vurarak misilleme yaptığı bir olay gerçekleşmişti. Kerim, olayın uluslararası basında yer aldığını ve kentin mevzuatında ayrımcılık konusuyla ilgili iyileştirmelerin yapıldığını iddia etti. Daha sonra BBC gibi haber merkezleriyle iletişim kurmanın iyi bir yolunu bilip bilmediğimi sordu, böylece kentin Uygur nüfusu için benzer bir sonuç elde edilebilirdi, ancak sonuç olarak yabancı medya temasının devletten gelecek potansiyel bir misilleme olasılığı nedeniyle çok riskli olduğuna karar verdi.
Ancak sonuçta anlaşılacağı gibi, “ılımlı” ayrımcılık, Uygurların problemlerinden en az biri olacaktı. Kerim ve ben, 2017 baharında bu konuşmayı yaparken, Sincan bölgesi -Çin’in on milyondan fazla etnik Uygur’a ev sahipliği yapan eyaleti-, Çin devletinin (terörizm ve dini aşırılıkçılık olduğu iddiasıyla) ani bir saldırısına maruz kaldı. Ertesi yıl, bir dizi baskı hareketiyle geçti. Sincan’ın tamamı, Uygurların yaşamlarının her yönünün izlendiği bir polis devletine dönüştürüldü ve yaklaşık bir milyon Uygur, toplama kamplarına tedricen kilitlendi, hapishaneye atıldı ya da “kayboldu”. Kamplardaki ve gözaltı merkezlerindeki yaşam hakkındaki tanık raporlarında sadece sağlıksız yaşam koşulları değil aynı zamanda düzenli şiddet, işkence ve beyin yıkama eylemleri de kaydedildi. İhale teklifleri ve iş ilanları, yeni kampların hâlâ inşa edildiğini göstermektedir. Bunların yanında, devlet, Sincan’ın dışında, özellikle İç Çin’de ikâmet eden Uygurları geri getirmek veya yurt dışında yaşayan pek çok insanın kendi memleketlerine dönmeleri emrini vermek için büyük bir çaba sarf etmiştir. Denizaşırı Uygurların ebeveynleri ve akrabaları sık sık gözaltına alındı, itaatsizliği önlemek için rehin tutuldu.
Geçen yılın ilkbaharı; insanlar haklarını, geçimlerini, kimliklerini ve temel özgürlüklerini kaybedince, Uygurların birçoğu için büyük bir kayıp döneminin başlangıcını işaret ederken Kerim gibi bazıları da hayatlarını kaybedecekti.
En azından, bu onu bir yere yerleştirmek için politik olarak uygun bir yol
Nerede durduğunuza bağlı olarak, devlet tarafından sistematik olarak öldürüldüğünü söylemeyi de tercih edebilirsiniz.
Özellikle tehlikeli bir demografiye ait -geçmişte Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde yasal olarak ziyaret etmiş ya da yurtdışında yaşamış (Karim üçünde yaşamıştır)- olan Uygurlar, bir gün kendisini kelepçelenmiş, götürülmüş ve hapsedilmiş bulurlar. Bu yüzden yakın zamanda tekrar mahalleyi ziyaret ettiğimde, Kerim’in “uzun süreli ağır işlerden sonra öldüğü” söylendi.
En azından, bu onu bir yere yerleştirmek için politik olarak uygun bir yol. Nerede durduğuna bağlı olarak, devlet tarafından sistematik olarak öldürüldüğünü söylemeyi tercih edebilirsiniz. Ya da her şeyi inkâr etmeyi tercih edebilirsiniz.
Sonuçta, karşılaşılan bu sorunlarla Çin devletinin yüzleşme girişimleri sağlam bir inkârdır. Geçen yılın yazında, Sincan’ın yabancı kamu idareci yardımcısı Ailiti Saliyev, “dünyanın en mutlu Müslümanlarının Sincan’da yaşadığını” söyledi. Bu yılın başlarında yaptığı açıklamada, Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying, “herkesin Sincan’daki tüm etnik kökenlilerin barış ve huzur içinde yaşayıp çalışarak barışçıl ve ilerici hayattan keyif aldığını görebileceğini” söyledi ve Uygurlara uygulanan kötü muamele ile ilgili endişelerin “haksız eleştiriler” ve “Çin iç işlerine müdahale” olduğunu belirtti. Sorunu görüşmek için diplomatik davetler reddedildi.
Yine, nerede bulunduğunuza bağlı olarak, bu ifadeleri “doğru”, “bilgisizlik” ve “tamamen yalana” kadar farklı şekillerde tanımlamayı tercih edebilirsiniz; ama küresel bir konsensüs yavaşça beliriyor. Bununla birlikte, herkesin buna katılacağını bilerek soruyorum: Mutluluk kadar öznel konularda, Uygurların kendileri için konuşmasına izin vermek en iyisi değil midir?
Ne yazık ki, devletin sessiz ve kararlı bir şekilde Sincan’ı bilgi boşluğu haline getirme çabaları göz önüne alındığında, seslerini duymak çok zor oldu. Sincan’a dönmeye zorlanan ya da akrabalarının rehin tutulmalarına sebep olan birçok Uygur’a ek olarak, tutuklanan akrabalarla da konuşmaları engellendiği gibi Çin’deki yabancıların da sıradan bir Uygur’la görüşmesini engellemek için doğrudan ya da dolaylı ölçüler vardı. Gazeteciler, özellikle çok ağır bir incelemeye maruz kalıyorlardı, röportaj yapmayı başarabildikleri herkes, normal ve dürüst bir şekilde konuşmaktan çok korkuyordu. Bölgede bu sene içinde konuştuğum çok sayıda yabancı turist, Sincan’a giden trende ve şehirlerarasındaki diğer kontrol noktalarında sorgulandıklarını anlattı. Bir arkadaşım geçtiğimiz sonbaharda Uygurlu bir eve adım attıktan hemen sonra bir karakola götürüldüğünü, bunun “4 dakika çay, karakolda 4 saat” olarak anıldığını söyledi. İki akademisyen bana, geleneksel olarak erişilebilir olan kasabalara giriş ya da ulaşımlarının gerçek bir neden olmadan reddedildiği hikayelerini anlattılar. Bir uzun vadeli Sincan mukimi, Çin’den tamamen sınır dışı edilmeden önce, iki hafta boyunca sorgulandı.
2018 yılına gelindiğinde, gayrı resmi sohbetler bile ahlakî bir çıkmaz haline gelmişti. Uygur bir tanıdığınızla bir dakikadan konuşursanız polisin sizin kapınızı değil, tanıdığınızın kapısını çalma tehlikesi var. Kendi güvenliğinden endişe duyan pek çok Uygur, yabancı arkadaşlarının ve Çin’in (çok izlenen) WeChat uygulamasıyla ilgili temaslarının çoğunu sildi. Daha güvenli yabancı uygulamalar da bunları kullanmak için gerekli VPN yazılımlarının sürekli kırılmasının ve Sincan sakinlerinin cep telefonlarına devletin casus yazılımlarını yüklemelerinin zorunlu tutulmasının ardından, bir seçenek olmaktan daha uzun süre önce çıktı. Yurt içi ve yurt dışı telefon konuşmaları da tehlikeli hale gelmeye başladı.
Sorgulamalarda, polisin yabancı uyruklulara, yerel Uygur arkadaşlarının veya temaslarının isimleri ve telefon numaralarını sorması rutin hale gelmiştir. Aynı şekilde, Çin makamlarına “Sincan” ya da “Uygur” sözcüklerinin özel bir ifadesi, incelemeyi veya saatlerce sorgulamayı davet etmenin neredeyse kesin bir yoludur. Bu sözcükleri, Çin vize başvuru formunuza koyarsanız geçen yıl tüm tur gruplarında olduğu gibi başvurunuzun reddedilmesi konusunda oldukça yüksek bir risk almış olursunuz.
Şahsen benim için yetkililer, Nisan ayı sonlarında Kaşgar kentinden kovacak kadar ileri gittiler, önce kaldığım yerdeki bütün pansiyonu kapatmak için “yangın güvenliği” mazeretini kullandılar ve sonra da beni konaklamamı sağlayacak her yerde kara listeye aldılar. Sincan’a yaklaşık 4000 kilometre uzaklıktaki uluslararası ticaret merkezi Yiwu kentindeki Uygurlarla yaptığım sonraki günlük temasıma da özel ilgi gösterildi. İki kez, yerel polis beni “Çin yasalarına uymak” ve “kötü bir Sincanlıyla takılmamak” (Uygurlar için bir örtmece) konusunda uyardı.
Ancak, beni uyarmalarına rağmen, Sincan’daki 3-4 ay ve iç Çin’deki Uygur restoranlarındaki geri kalanıyla birlikte geçen bir buçuk senemin büyük bir çoğunluğu, “kötü Sincan halkı” arasında geçmişti. Tahmin edersem, bu zaman zarfında konuştuğum Uygur bireylerin sayısının 1000 ile 2000 kişi arasında, çoğunluğunun erkek, restoran çalışanları, iş sahipleri, iş adamları, küçük çaplı tüccarlar olarak sokak aşçıları (ve bunların aile üyeleri) olduğunu söyleyebilirim. Vakaların çoğunda -büyük ölçüde dilbilimsel araştırmamla ilgisi olmayan bir tabuya konu olan- siyaset hakkında konuşmuyorduk. Bununla birlikte, konuştuğum neredeyse herkes Sincan’daki baskıdan büyük ölçüde etkilenmişti. Bazen bu konuşmanın tek alternatifi hiç konuşmamaktı; ama biz konuştuk. Birçok durumda ve özellikle son birkaç ayda bu konuşmalar beni buldu.
Gözlemlediklerimi sentezlerken, nihayetinde Uygurlar için konuşamayacağımı fark ediyorum- bu görev, korkulardan arınmış bir ortamda hala Uygurların kendilerine bırakılmalıdır. Yine de, sunduğum görüntünün, kusurlu olsa bile anlaşılabilir olacağını ve okuyucunun hem Sincan hem de Çin’deki Uygurların bugünkü duruma nasıl tepki verdiğine dair önemli bir bakış sağlayacağını umuyoruz.
Ruhumuz vuruldu
Sincan’daki belli bir caddede belirli bir sokakta belirli bir pasajda, özellikle hayran olduğum, güvercin şiş kebabı ve süt çayıyla ünlü bir lokanta var. Yakınlarda bir yerdeysem her zaman oraya uğramaya çalışırım, son kez uğradığımda uzun zamandır uğramadığım için özür diler gibi gittim.
Şaşırmış dükkân sahibi “Ülkenize geri döndüğünüze emindim.” dedi.
Beni masaya buyur ederek QR kodlu bıçağını bıraktı ve kısa süre sonra bana katıldı.
Bir önceki toplantımızdan beri on bir ay geçmişti ve birçok şey değişmişti. Çalışanlarının çoğu, yaklaşık on kişi, ya “yeniden eğitim” ya da “memleket hapsi” için Güney Sincan’daki memleketlerine geri dönmeye zorlanmıştı, bu nedenle eleman sıkıntısı çekiyordu. Arkadaşlarının ve akrabalarının yardımına muhtaç kalmıştı. Bir zamanlar şiş kebap, çay ve müşteri ile dolup taşan dükkân aniden boşalmıştı. Zaman zaman potansiyel müşterilerin geldiğine, ne yiyebileceklerini sorup sonra seçeneklerin olmaması nedeniyle ayrıldığına şahit oldum. Dükkân sahibinin anlattığına göre, Uygur mutfak personeli, artık son derece azdı ve yenilerini bulmak imkânsızdı.
Cevabını bilmekten korkmama rağmen, eskiden akşam yemeğinde sık sık yardımcı olan yeğeninin nerede olduğunu sordum. Daha önce bir Orta Doğu ülkesinde bir yıl geçirdiği için hapisteydi.
“Ruhumuz vuruldu.” diye yakındı.
“Ruhumuz vuruldu.” diye yakındı. Kaşgar’da birkaç ay geçirmiş olduğum için, tam olarak ne demek istediğini, “ruhumuz” sözcüğü ile sadece tüm ailesine değil, tüm Uygur halkına atıfta bulunduğunu biliyordum. Ne de olsa, Sincan’ın kırmızı mekanik lejyonlarının neden olduğu kitlesel depresyonun iflas ettiğini görmek için bir çift insan gözü vardı. İnsanların boşluğa bakışlarında, ümitsiz ifadelerinde, kendi ifadelerinde ve genel sukunetlerinde bunu görebiliyordunuz. Daha soyut olarak, havadaki ezici ağırlığını hissedebiliyordunuz, zaman zaman o kadar çok şaşırıyorum ki, ben- baskıdan korunan bir yabancı- bile bu görünmez güç tarafından ezilmekten korktuğum için dışarıya çıkmaya tereddüt ediyordum. Sirenleri bangır bangır bağıran polis arabaları, sokakları aralıksız dolaşıyordu. Geçmişte, akıl sağlığı yerinde olmayan, pantolonun fermuarı bazen açık olan ve yüzündeki kocaman gülümsemeyle aynı soruları tekrar tekrar soran Kaşgarlı tanıdığımın elimi sıkmak için koşarak yaklaştığı Kaşgar sokaklarına gidecektim. Ama bir şekilde durum onu bile çarpmıştı, geçen sonbaharda aniden bana koşmayı bıraktı, yanından geçip giderken koltuğunda sessizce oturuyordu. Sonunda, sokaklardan tamamen yok olacaktı.
Zayıf duygu durumu, birçok Uygurlu iş sahibinde geçen yıla göre daha belirgindi. Uygur görgü kurallarına göre bir kişiye “Nasılsın?” sorusunu sorduğunuzda bu soruya şikayet ederek cevap vermek iyi görülmez -bunun yerine daha iyi olduğunu söylemek daha doğru bir şeydir – ancak “Nasılsın?” sorusu, “O kadar iyi değil, işler berbat.” şeklinde yanıtlanıyordu.
Geçen yıl, bir turist rehberi tanıdığıma rastladığımda bir yıl öncesine göre çok zayıflamış olduğunu söyledim.
“Geçtiğimiz yıl hepimiz çok zayıfladık!” dedi.
Daha çok yerele özgü olmasına rağmen bu depresyon, İç Çin’deki bazı restoranları ziyaret ederken de hissettiğim bir şeydi. Bir keresinde, bir hanımefendinin küçük lokantasına girdim, yataktan kalkması ve bana bir şeyler hazırlaması için bu hanımefendiyi zorladım. Ben yemeğimi yerken bir muhabir olup olmadığını sordu. Ona olmadığımı söyledim, ama yine de ailesinin hikâyesini anlatmaya başladı. Birkaç ay önce, o şehirde başarılı olan birkaç Uygur restoranının sahipleri olduklarını; ancak şimdi bu kulübeye düşürüldüklerini, personelin çoğunun Sincan’a dönmeye zorlandığını söyledi. O, kocası ve çocukları, “güvenilirlik”lerine yerel polisin kefil olması nedeniyle kalabilmişlerdi.
Sesindeki tevekkül, mütevazı içtenliği ve yağmurlu hava hikayesini unutmamı özellikle zorlaştırdı, ama bir hikâye olarak olağanüstülükten uzaktı. İç Çin’de bildiğim iki yüz restoranın en az altıda biri, personel, müşteriler veya her ikisinin de eksikliği yüzünden bu yıl kapanmak zorunda kaldı.
“Şu an seni bile tanımıyorum”
Ezici bunalımla el ele tutuşmak, tutuklamaların çoğu zaman kör ve kota güdümlü doğası. Yasal korumanın tamamen yokluğu, avukatların Sincan tutuklularını savunmalarının yasaklanması göz önüne alındığında şaşırtıcı değil. Sistemi eylemler gerçekleştirilirken gözlemlediğimden vahşetin hızına da şahitlik edebilirim.
Sanırım, unutulması en zor olanı, bir keresinde bir Kaşgar gecesinde eve yürürken yaşadığımdı. Üç kişilik bir Uygur ailesi (orta yaşlı bir koca, karısı ve yirmili yaşlarda bir oğul) ters yönde yürüyordu. Baba sarhoştu, karısı ve oğlu onu desteklerken o, kollarını sallıyordu. Sokağın sonunda bir polis minibüsü bulunduğu için, karısı ona düzgün durmasını söyledi, ama o duramazdı. Minibüs durdu, beş ya da altı polis dışarı fırladı, herhangi bir soru ya da kimlik sormadan adamı yakaladı, karısıyla birlikte götürdü ve oğlanı sokakta yalnız bıraktı. Bütün bunlar, iki dakikadan fazla sürmüş olamazdı.
İç Çin’de, sinsi olayların daha sessiz bir versiyonuna tanık oldum. Genç erkek restoran işçileri, görünüşte rahat bir gün geçiriyorken, polisten Sincan’daki memleketlerine geri dönmeleri için ani bir emir alıyor endişeleniyorlardı. Bu onların hemen hemen çoğu için 3-4 günlük tren yolculuğu demekti. Bir keresinde bir aşçı bana hangi lokantada çalışabileceğine dair tavsiyemi sordu. -iki ay önce Sincan’dan ayrılma izni almıştı, birkaç yere başvurmuş; ama hiçbirine yerleşememişti. Tavsiyemi dinleyip ertesi gün büyük bir sahil kentine gitmek için tren bileti almaya karar verdi. Ancak, sadece üç saat sonra, yerel polisin aradığını söylemek için tekrar yazdı. Henüz kalıcı bir iş bulamadığı için, en kısa zamanda geri dönmesini ve “tekrar izin almasını” istemişlerdi. Bu yüzden ertesi gün bineceği tren Sincan sınırında duracaktı.
Onun gibi insanlar, para ya da bağlantı olmaksızın, sistemin mutlak merhametine kalırlar; ama zaman geçtikçe zenginlik ya da şöhret bile garanti veremez. Ziyaret ettiğim nispeten başarılı bazı restoranların sahipleri bile eşyalarını toplamaya ve belirsiz bir süre için Sincan’a dönmeye zorlandı.
Bazı yerlerde, iş başında bir de gestapo unsuru var. Yiwu’de ikâmet ederken Uygur bir polis memurunun da yanımızda yürüdüğü sırada Uygur bir arkadaşımla ile sohbet ediyordum. Konuşmamızı ayrılıncaya kadar kestik, sonra arkadaşım bana:
“Aslında, bu tarz üniformalı polisler zararsız. Kimseyi tutuklamazlar. Dikkat etmeniz gereken şey – Hangzhou’dan ayda bir kere gelen Uygur ve Han’ın karışımı- sivil polislerdir. Geçen ay, onlarca Uygur bu polisler tarafından tutuklandı.” dedi.
Bu kadar üzücü olmasa komik olacak bir korku, dini isim korkusudur. Sincan’da, bir arkadaş adının değişmesi için çok uğraştı: Adında “Hacım” kelimesi vardı. Bu daha önce sadece çocuklar için hükümet tarafından uygulanan bir uygulamaydı. Başka bir olayda, bir dükkân sahibi okuduğum bir Uygur kitabını aldı, rastgele bir sayfayı açtı, orada “Hacım” kelimesini buldu ve sessizce, içinde bu tip sözcüklerin bulunduğu kitapları aldıkları için insanların beş ya da on yıl hapsedildiklerini söyledi.
Yabancı arkadaşların ve temasların WeChat’ten toplu bir şekilde çıkarılmaları, korkunun çevrimiçi tezahürüdür. Bir arkadaşım, 400’den fazla arkadaşını sildiğini iddia etti. Bir diğeri, beni eklemekle silmek arasında kaldığını, beni tamamen silmek yerine beraber olduğumuz gruplardan çıkmanın daha iyi olacağına karar verdiğini söyledi. Yurt dışında yaşayan ya da okuyan Uygurlar da Uygur arkadaşları tarafından silindiler ve akrabaları onlara Sincan’a geri çağrıldıklarını bildirdiler. Bu da iletişim tehlikesiyle birleştiğinde insanların çok korkutucu zamanlarda birbirlerini desteklemelerini imkânsız hale getirdi.
Geçen sene bir sıra, beni silen ama gerçekten görmek istediğim Sincan’daki bir arkadaşı görmeye çalıştım. Arkadaş ağlarımızda gezinerek bir zaman ve bir yer kararlaştırdık ve buluştuk. Geçmişe baktığımızda, neredeyse hiç buluşmamış olmayı dilerdim. Birlikte yemeğimiz inanılmaz derecede sessiz ve garipti; söylenecek çok şey vardı ama her şey orada oturduğumuz dakikalar boyunca tabu gibiydi. Bizi izleyen biri varmış gibi görünmüyordu, ama arkadaşım hep aynı şekilde endişeli görünüyordu. Yazdığım bir kitabımın müsfettelerini ona uzattığımda onlara şöyle bir göz attı; ama sayfaları çevirmedi bile. Ortak arkadaşlarımızın oralarda olup olmadığını sorduğumda o kişiyi “tanımadığını” söyledi ve ekledi:
“Şu an seni bile tanımıyorum.”
Konuşma sırasında ağlamanın eşiğinde olduğunu hissettiğim zamanlar vardı. Dürüst olmak gerekirse ben de aynı durumdaydım.
Güney Sincan’da, bir arkadaşım beni dükkânına çekti ve bana artık yabancılarla konuşmasının kendisi için güvenli olmadığını çok özlü bir şekilde anlattı. Takip eden haftalarda, sadece beden dili aracılığıyla sonra sadece göz temasıyla selamlaşır ve sonra birbirini tamamen yok sayar olacaktık.
Bazı insanlarda, korku, öğrenilmiş yanıtlar verecek kadar aşılanmış görünmektedir. Küçük bir Uygur kızının – Orta Çin’deki küçük bir restoran sahibinin kızı – babasının nerede olduğunu ya da daha sonra restorana bırakılıp bırakılmayacağını sorduğunu duymak beni şaşırttı:
“Dürüst iş yapmak için buradayız. Kötü bir şey yapmak için burada değiliz.”
Bir keresinde, Doğu Çin’de bir restoran müdürüyle oturdum. Kendimi tutmadığım için, “yanlış” kitaplara sahip olma suçundan dolayı on yıl hapis cezasına çarptırılan bir arkadaşımın kendisine özel bir hikayesini anlatarak, Sincan’daki nasıl bir baskının olduğunu anlattım. “Hapis” kelimesini duyar duymaz kafasının arkası masanın yönünde, gerçekten tuhaf bir şekilde seğirmeye başladı.
Kalkıp gitmeden önce “Burada bir polis var!” diye fısıldadı.
Başka bir yerde, restoran personeli ile Sincan’daki durum hakkında oldukça dürüst bir görüşme yaptım, ama yine de söylediklerimize dikkat etmemiz gerektiğini hatırlattı, çünkü “duvarların da kulakları var.” dedi.
Bazen korku sadece yüzeyin altındaydı ve karşılıklı tanıdıklarımızdan birini son zamanlarda görüp görmediğimi sormak için sinir bozucu bir şekilde bana yaklaşan rahat ve güvenli yeşim satıcısını düşünüyorum. Bana, onu, yaklaşık iki gündür görmediğini ve bir şeylerin olabileceğinden endişe ettiğini söylemişti. Neyse ki bu hiçbir şeyin olmadığı nadir durumlardan biriydi; o özel tanıdık hâlâ oradaydı ve onu çok kısa bir zamanda görebilmiştik.
“Öyleyse insanlarımıza neler olduğunu biliyorsun?”
Pek çok kişi için, Sincan’daki durum, varlığı açık bir şekilde kabul edilen ancak kimliği genellikle gizlenmiş fare maskesi takmış bir fildir. Bu durum söz konusu olduğunda – örneğin, kimsenin haberi olmadan Sincan’a gönderilen, kampa ya da hapse atılan bir kişi hakkında soru sorulduğunda- örtmece yöntemlerini kullanmak kaçınılmaz hale gelir.
En yaygın olarak kullanılanı, “Buradan gitmiş.” veya “Ortalıkta değil” olarak tercüme edilebilecek yok sözcüğüdür. Muhtemelen geçen sene en çok duyduğum “Adem yok!” (“Herkes gitti”) ifadesi, genel olarak personel, müşteriler ve insanların yokluğunu tanımlamak için kullanılmıştır. Kendi memleketlerine (memleket hapsi, kamp ya da daha kötüsü için) geri dönmek zorunda kalan kişilere atıfta bulunmak için, “Eve geri döndüler.” demek normaldir – daha açık olarak, İç Çin’dekiler onlar için “Sincan’a döndürler.” diyebileceklerken Kuzey Sincan’dakiler “Kaşgar’a geri döndüler.” derler.
Bir arkadaşım bir keresinde, belli bir insana ne olduğunu anlamaya çalışırken bana “Ne dediğimi anladın mı?” diye sordu. “O adam yok. Artık başka bir evi var.”
Toplama kamplarına, doğal olarak, “toplama kampları” denmez. Bunun yerine, oradaki insanların “eğitim” (okuşta / öginişte/ terbiyileşte) ile meşgul oldukları ya da bazen “okulda” (mektepte) olduğu söylenebilir. Bir zamanlar yaşlı bir erkeğin bazı arkadaşlarından “üniversitede olmak” (daşöde) diye bahsettiğini duydum; ancak konuştukları insanlar tarafından anlaşılmadığı için bu örtmece çok standart değildi.
Aynı şekilde, Sincan’daki genel durum hakkında konuşurken, insanlar “baskı” gibi kelimeleri kullanmazlar. Aksine, veziyet yahşi emes (“durum iyi değil”) demeye eğilimlidirler ya da Sincan’ı çok çing (“katı”, “sıkı”) olarak tanımlarlar.
Konunun, Uygurların her yerde ve her zaman aklında bulunması, herhangi bir şüphenin ötesindeydi. Bir restoran ziyareti sırasında, Sincan’da yaşadığımı söyledikten hemen sonra yarı zamanlı öğrenci garson şunu sordu:
“Öyleyse insanlarımıza neler olduğunu biliyorsun?”
Başka bir zaman, bir restoran çalışanı, oturup diğer personel ile konuşurken her şeyin ne kadar saçma olduğu hakkında şaka yaptı. Tutuklanan on aile bireyini ya da akrabasını saydıktan sonra şunları dedi:
“Ailemde kalan tek kişi benim!”
Üç farklı lokantada, aşçılar bana açık bir şekilde, Sincan’ın güneyindeki köylerde “hiç kimse kalmadı (adem yoq)” dedi; bir iş yeri sahibinin işçilerin yokluğunun, o kadar çok yatırım yaptığı yepyeni işini nasıl öldürdüğünü anlattı ve bir yönetici, ziyaret ettiğim Uygur restoranlarının çoğunun hâlâ açık olup olmadığını sordu.
İç Çin’deki eski bir arkadaşla sohbet ederken, siyasetten kaçınmak ve daha “normal”, hatta sıradan şeyler hakkında konuşmak için gerçek bir çaba gösterdiğimde, konunun ne kadar kuşatıcı olduğunu anladım. Bunun imkânsız olduğu böylece kanıtlandı. O günden önce ne yaptığını sorduğumda; o, şehirdeki bütün Uygurların katılmak zorunda olduğu bir siyasi toplantıdan söz etti. Ona hala boş zamanlarında kitap okumaya çalışıp çalışmadığını sorduğumda, polisin İç Çin’de de müsamahasızlaştığını ve herhangi bir kitabı okumasının otoritelerin şüpheli ve istenmeyen ilgisini çekeceğini söyledi. Geleceğe yönelik arzularının ne olduğunu sorduğumda, ideal bir Türk yemekleri şefi olmayı ve kendi Türk lokantasını açmayı çok istediğini söyledi. Ama devlet, Uygurlar ve diğer Türk ve Müslüman halklar arasındaki tüm iletişimden caydırmaya ve bu iletişimi yok etmeye devam ettiği için ne yazık ki bu hareket bile tek başına Sincan’da hapsedilmesine neden olurdu.
Yine de, olanları doğrudan eleştirmeye bile hazır değildi.
“Bunun hakkında konuştuğumuzda, her şeyin iyi olduğunu söylüyordu. Başka bir tanıdık aşçı, konuyu benim için toparladı, bir hafta önce o da “Yok”tu, “Eve geri dönmüştü.” dedi.
Birkaç durumda, -herhangi bir nedenle- sadece her şeyi söylemek istedikleri bir umarsızlık seviyesine ulaşmış gibi görünen insanlarla karşılaştım. Bu durumlarda çok az otosansür vardı.
Bu gibi bir durumun ilk örneği, geçen yılın sonbaharında, Güney’deki Sincan kasaba ve şehirlerinde çoğunlukla Uygur ve en düşük rütbeli, üniformalı otorite olan bir bao’anın (kamu güvenliği çalışanı) beni bir çayevinde masasına oturmaya davet etmesiydi. O öğleden sonra çalışmıyordu, teşvik edilmiş bir sağlık kontrolünden yeni dönmüştü.
Konuşmanın devamı biraz gergindi. Bana, Uygur tarihi hakkında ne bildiğimi ve sonra bir halk olarak Uygurları nasıl gördüğümü sordu. Bu son soru, Sincan’daki yıllar boyunca bana defalarca sorulmuş bir soruydu. Sık sık sorulan bu soru, Uygurların kimliğinin dışarıdan onaylanmasının bir yolu olarak bana yöneltiliyordu. Birkaç yıl önce, bana bu soruyu soran genç adam daha sonra, “Biz kötü bir halk mıyız? Muhalefet edilecek insanlar mıyız?” diye ekledi. Gerçek şu ki bu soruya cevap vermekten hiç hoşlanmadım, çünkü nasıl cevap vereceğimi bilemedim ve her zaman, bu soruyu politik olarak suçlayıcı bir şeymiş gibi hissettim. Yani, bao’an, bunu öne sürdüğünde, her zamanki gibi cevap verdim: “Uygurlar, iyileri ve kötüleriyle, başkaları gibi bir halktır.”
Ancak, böyle üstü kapalı bir cevapla beni bırakmayacaktı.
“Gerçekten düşündüğün şeyi saklıyorsun!” diye çıkıştı bana. “Sadece etrafına bak. Onu kendiniz gördünüz [burada Kaşgar’da]. Bizler yok edilmiş bir halkız.”
Çin’deki -Uygur, Han ya da diğer 54 etnik kökene mensup- üniformalı insanlara karşı genel güvensizlik söz konusu olduğundan masamızda herhangi bir politik görüş bildirmek için hazır değildim, çünkü bunlar daha sonra üstlerine bildirilebilir. Ancak, şimdi bunu gerçek bir çaresizlik anı olarak görmeye başladım ve sözlerinin samimi olduğuna inanmaya hazırım. Birkaç gün sonra ortadan kayboldu ve onu, Kaşgar’ın gece pazarından çok uzak olmayan bir yerdeki nöbetinde tekrar göremedim.
Aklımda sonsuza dek kalacak diğer bir olay, daha önce birkaç kez ziyaret ettiğim bir restoranı tekrar ziyaret ettiğimde İç Çin’de gerçekleşti. Tek bir garson dışında, eski personelin neredeyse tamamı gitmişti ve beni gördükten sonra benimle oturup sohbet etmek için her şeyi hemen bıraktı. Ona Kaşgar’dan kovulduğumu söylemem onu tetikleyecek gibi görünüyordu ve oradaki durumla ilgili bir sürü şey söylemeye devam edecekti, söyleyeceklerinin hemen hemen hepsi tabuydu.
Kamplarda “milyonlarca Uygur”un nasıl tutulduğunu, 15 yıllık artık pirinçle nasıl beslendiklerini ve nasıl dayağa maruz kaldıklarını anlattı (pirinç iddiası henüz doğrulanmamıştır, ancak tanık ifadeleri, kamplardaki zayıf beslenme ve şiddeti doğruladı). Bana, bu İç Çin kentindeki Uygurların şimdi politik toplantılara nasıl katıldıklarını ve kısa bir süre sonra 19’uncu Parti Kongresi gibi şeyler hakkında sınava katılmak zorunda kalabileceklerini ve sınavda başarısız olanların Sincan’a gönderilebileceklerini anlattı. Çin bir ülke olarak daha önce zayıftı, ancak şimdi daha güçlü olduğunu ve Uygurlara karşı tam olarak saldırgan olduğunu söyledi. ABD’nin Global Magnitsky Yasası uyarınca Çin’e karşı önlem alma olasılığından bahsettiğimde, ABD’nin Uygurlara yardım etmesini beklemediğini, çünkü ABD’nin yalnızca “ABD’ye fayda sağlayan” şeyler yaptığını söyledi. Obama yönetimi, bu konuda onu çoktan hayal kırıklığına uğratmıştı. Ayrıca, yerel makamların Uygurları maruz bıraktıkları yoğun denetimi, bir kişiyi tutuklamak veya cezalandırmak için kullandıkları bir bahane olduğunu uzun uzun anlattı.
“Oradaki kamerayı görüyor musun?”
Tam da görüş açısında olduğumuz bir kamerayı doğrudan doğruya işaret ederek “Oradaki kamerayı görüyor musun?” diye sordu. “Yabancılar bir daire kiralayacaklarında, kamera gözetimi olmayan yerlerde daire kiralamalarına izin var. Fakat biz, Uygurlar, bir daire kiraladığımızda, daireyi kameralı bir binada kiralamak zorundayız. Polis bizimle konuştuğunda, her şeyden şüpheleniyor. ‘Sigara içiyor musun? İçki içiyor musun?’ İçmiyorsanız neden içmediğinizi soruyorlar. İbadet edip etmediğinizi sorarlar. Yurt dışına çıkmak isteyip istemediğinizi ya da daha önce pasaport başvurusu yapıp yapmadığınızı sorarlar. Eğer polise bakarsanız, neden kendisine baktığınızı, eğer yere bakarsanız neden yere baktığınızı sorarlar. Ne zaman trene binsek, istasyondan ayrılmamıza izin verilmeden önce geçmek zorunda olduğumuz, belgelerimizi kontrol ettikleri ve sorguladıkları ayrı bir oda bulunur.”
Biraz tesadüfi olarak, bir stajyer polis memuru bu yoğun gözetimin mevcudiyeti, daha sonra otelimin hemen dışında olmama rağmen, pasaportumun yanımda olmaması nedeniyle bir gece yerel karakola götürüldüğümde doğrulandı. Resmi olmayan konuşmamda, Müslüman restoranlarda yemek yemeyi sevdiğimi belirttim ve Sincan’da yaşadığımın farkında olmayan stajyer şöyle dedi:
“Burada, bizim kendi Müslümanlarımız var. Sincan’dan geliyorlar. Burada oldukları sürece, onlar üzerinde gerçekten ama gerçekten sıkı bir denetim uyguluyoruz.”
Garson arkadaşım bana, Uygurların kendi aralarında ve Uygur restoran personeli arasında güvensizlik olduğunu söyledi. Bunun tutuklanmaların keyfi doğasından ve bireysel restoranların Uygur personellerinin belli bir yüzdesinin yakın bir gelecekte gitmeye mahkûm olacağından, bir kotaya tabiymiş gibi görünmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Benimle çok açık bir şekilde, neredeyse tamamen boş bir iç mekanda iki kişilik bir masada konuşan bu arkadaşım için endişeleniyordum. Sanırım riskleri çok iyi anladığını ya da en yakın zamanda alınacağı sonucunu çoktan çıkarmıştı. Aynı zamanda bunun hakkında konuşabileceği binde bir kişiden biri olduğumdan şüpheleniyordum. Hanlar söz konusu bile değildi, Uygurlar ve diğer azınlıklara güvenmek zordu ve diğer yabancıların Sincan’da neler olup bittiğinden ya da Uygurların kim olduğundan haberleri bile yoktu.
Bir hafta sonra başka bir müdahale geldiği ve şehrin Uygur gençliğinin büyük bir parçasını süpürdüğü zaman, ayrılmak zorunda kalanlar arasında o da yer alacaktı. “Memleketine geri döndü.”
“Herkes artık gerçekten güvende olduğunu hissediyor”
Konuşmacıda açıkça bir umarsızlık algıladığım üçüncü bir konuşma daha vardı. Seçkin bir özgeçmişi olan ünlü bir mal sahibi, yönetici ve idareci, kısa bir süre önce bir restoran açmıştı; ancak şimdi karısı ile birlikte bu restoranı işletiyordu; çünkü diğer personelinin hepsi de Sincan’a geri gönderilmişti. Yıkılmış bir adamla konuştum.
Ona selam verdiğimde “Hiç kimse kalmadı.” ve hatırını sorduğumda “Herkes hapiste.” dedi.
Ancak dürüst bir şekilde konuşunca, politikaların nihayetinde kârlı olacağını söylediği için sohbet ironik bir şekilde bükülecekti. Şimdi hapsedilen Uygurların modern Çin’de daha başarılı olacaklarını, “yeniden eğitim” den çıktıktan sonra daha güçlü beceriler ve daha yetkin bir Mandarinceye sahip olacaklarını söyledi. Dedi ki, Uygurlar geleneksel olarak çok eğitimli değiller.
Gerçekten de konuştuğum insanların hiçbirinin durum hakkında söyleyecekleri iyi bir şey bulunmadığını söylemek yanlış olur. Zaman zaman politikalar hakkında bazı olumlu yorumlarla karşılaştım. Ancak, öznelliğimi genele dönüştürme riskine rağmen, bunların büyük çoğunluğunun sık sık öz çelişki ve sözlerin ardındaki gerçek inanç eksikliğiyle belirmiş bir bilişsel uyumsuzluk, Stockholm sendromu ve kendini kendini kandırma karışımı olarak beni sarstığını söyleyeceğim.
Sincan’ın yeni gerçekliğini özümsemeye ve kabullenmeye çalıştığım bir dönemde, “en zorlu uyanıklık” anlarından biri, Sincan’ın turizm endüstrisinde çalışan bir arkadaşı dinlerken geldi. Biraz sohbet ettikten sonra, şehrin her yerinde yoğun güvenlik aparatları üzerinde; bunları aşırı bulduğumu fark ettirecek şekilde durdum. Kendisi de yeni sistemle ilgili şikâyetlerini dile getirdi, elektrikli bisikletiyle 2-3 km içinde 7 kez durmak zorunda kaldığını ve her seferinde kimliğinin kontrol edildiğini, her bir kontrolün kendisi için daha da uzun sürdüğünü anlattı, çünkü kimliği, şehir dışından olduğunu söylüyordu. Hemen ardından ekledi:
“Herkes artık gerçekten güvende olduğunu hissediyor. Eskiden kızımın okula tek başına gitmesinden korkuyordum; fakat şimdi endişelenmeme gerek yok.”
Neredeyse hazırlanmış olduğunu düşündüğüm sözler beni şaşırttı. Ardından, her şeyin halkın terörizmden korunması için yapıldığını, Rusya ve ABD’nin IŞİD’i alaşağı edip yenilgiye uğrattığı anda, bunların hepsinin biteceğini söyleyerek konuşmasına devam etti. Bununla birlikte, ben terörün böyle bir güçle yenilemeyeceği fikrimi onunla paylaştığımda o da benimle aynı fikirde olduğunu ifade etti.
Bazı durumlarda Çin’in iktidar partisine güçlü ve belki de gerçek bir destek olduğunu gördüm. Ziyaret ettiğim bir Kuzeydoğu Çin restoranında patron, Xi Jinping’in kitabını (Çin Yönetimi) okuyup okumadığımı sordu. Telefonunda, kitabın dünyayı kasıp kavurduğunu söyleyen bir haber makalesini okuyordu. Ona itiraz ettim: “Hayır kasıp kavurmuyor.” dedim. Daha sonra bana kitapçıda kitaba bakan Kafkasyalı bir adamın fotoğrafı olan Uygurca haberi gösterdi. Ona göre bu yeterli bir kanıttı, ancak haber kaynağının güvenilir olmadığı konusunda ısrar ettim. “Popüler olmayan” düşüncem beni, karısı ve restoranın bazı personeli ile ters düşürmüş gibi görünüyordu ve ben onlarla garip şartlar temelinde ayrılıyordum. Daha önce aynı patron, büyük ölçekli bir Uygur restoranına yapılan yatırımın şu anki duruma göre çok riskli olduğu konusunda şikâyette bulunmuştu, ancak yine de Xi Jinping’in yönetiminin, “böyle” (çok iyi olduğunu gösteren parmak işareti yaparak) olduğunu söyledi.
Başka bir şehirde, başka bir restoranda, başka bir arkadaşım yerel polisin Uygurlar üzerinde yürüttüğü keyfi denetimlerden şikâyet etti. Halen konuşurken ne kadar öfkelendiğini hatırlıyorum. Polislerin kendilerini yasa gibi görerek davrandıklarını söylüyor; ancak yine de hükümetin üst katmanlarının iyi olduğunu da ekliyordu.
Bir defasında, Sincan’daki yaşlı bir mağaza sahibi, geceleri mallarını korumak için artık sıkı önlemler alması gerekmediğini; çünkü her yerde kameralar olduğu için “artık hırsız olmadığını” övüyordu. Ama sonra, şimdi İç Çin’de yaşayan oğlu hakkında konuşmak zorunda kaldık. Sincan’da bulunmadığını ve orada bulunmasının iyi bir şey olduğunu ve muhtemelen İç Çin’de kalmasının daha iyi olacağını söyledim. Yaşlı adam, onaylarcasına güldü.
“Evet, anladın,” dedi. “Gerçekten orada kalmalı.”
Geçen sonbaharda, Sincan’da konuştuğum bir seyahat eden iş adamı, beni WeChat’e eklemesinin güvenli olup olmadığını neden sorduğumu anlamadı. Ona, sessizce ve örtülü bir şekilde , “durum şu anda iyi değil” (veziyet yaxşi emes) dediğimde başını iki yana salladı ve bunun hakkında hiçbir şey bilmediğini söyledi. Bunu duymak nadir ve şaşırtıcı bir şeydi. Bu yıl onu tekrar gördüğümde, bana, Sincan’ın güneyine artık seyahat edemeyeceğini çünkü tüm şehirlerin “boş olduğu”nu (âdem yok) ve yapacak iş olmadığını söylüyordu. Şansını Sincan’ın kuzeyinde deneyeceğini söyledi.
İç-Çin’deki bir restoranttaki diğer Uygurlarla Sincan’ın politikalarının “katılığını” tartışırken yeşim satıcısının bunları nasıl övmesi ve “ama biraz abarttıklarını” söylemesi aklımda kalan biraz komik bir örnekti.
Bu komik anıdan çok daha hüzünlü olanı, 19. Parti Kongresi’nde, Mandarinceyi neredeyse zorlukla konuşan Uygur arkadaşlarımın, aniden Xi Jinping’i ve Kongreyi öven akıcı Mandarince uzun mesajlar göndermeye başlamalarıydı. Birkaç ay sonra, bir kimsenin fasheng liangjian (“kişinin duruşunu açıkça göstermek için” ya da “cesurca konuştuğunu ve kılıcını çektiğini”) söylemesine izin veren bir WeChat uygulaması olduğunu öğrendim. Adlarını, Komünist Parti ve liderlerine sadakatini vaat eden, Mandarince -ya da Uygurca- hazır bir beyanata ekleyerek temel sosyalist değerleri koruyacaklarına söz veriyorlar ve -diğer şeylerin yanı sıra- radikalizme karşı gelirken “etnik uyumu” desteklemedeki kararlılıklarını dile getiriyorlardı. Oluşturulan görüntü dosyası daha sonra sadakatin bir göstergesi olarak kendi sosyal ağlarında kolayca yayınlanabiliyordu.
Ziyaret ettiğim İç-Çin restoranlarının çoğunda bu sadakat, sözel olmaktan çok daha görseldi, sokaklarında Çin bayraklarıyla ve bazen de terörizmle kararlı bir mücadele ilan eden kırmızı pankartlarla kaplı dükkânlar sadece Uygur lokantalarıydı. Bazen iç mekânlarda da (genellikle geleneksel Uygur evinde), Xi Jinping’in fotoğrafları, Xi Jinping’in fotoğrafının basılı olduğu hatıra tabakları veya Çin’in etnik gruplarının “bir nardaki taneler kadar sıkı” olması gerektiğini söyleyenler gibi “etnik uyum” sloganları da vardı. Hatta bazı restoranlarda Uygur’da Xi Jinping ve ön taraftaki Parti hakkında kitaplar vardı. Hatta bazı restoranların girişlerinde Xi Jinping ve Parti hakkında Uygurca kitaplar vardı.
Bu tür gösterilerin kanuna göre gönüllü ya da zorunlu olup olmadıklarını hiç sormadım. Ancak -genel olarak Çin’in sansürü gibi- bunların ikisinin bir karışımı olduğundan (biraz zorlama, biraz ileriye dönük) şüpheleniyorum. En azından bir örnekte, bir restoranda çalışan bir arkadaşım, bunun sadece “öylesine” bir formalite olarak gördüğü bir yatıştırma meselesi olduğunu söylemişti. Başka bir lokanta sahibi bana polisin onları alkol satmaya zorunlu kıldığını söylemişti, ama -bunun “iyi bir kurtuluş yolu olduğu”nu ima ederek- müşterilerinin çoğunun Çinli olduğunu, Çinlilerin daha az oyalanıp daha çok para harcadıklarını hırsız ya da suçlu olabilecek bazı Uygurlardan daha az sorun çıkarttıklarını söyledi.
Mandarince beyannamenin çevirisi: “Ben Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşıyım. Çin Komünist Partisi’nin liderlerine, yasalara ve anayasaya bilinçli bir şekilde destekliyor, hükümet yasa ve yönetmeliklerine sıkı sıkıya riayet ediyorum ve her zaman Merkez Parti Komitesinin görüş ve eylemlerine yüksek derecede bağlılık gösteriyorum. Temel sosyalist değerleri benimsiyorum ve etnik uyumu aktif olarak savunuyorum. Dinsel aşırılığın yayılmasını kısıtlamak, ailemi, akrabalarımı ve etrafımdaki insanları izlemek ve “üç kötülük” ile savaşmak konusunda kesin bir duruş sergiliyorum. Konuşmak için cesaretim var; kılıcımı çekmeye, sosyal uyum ve istikrarı korumak için kendi kanımı ve kendi hayatımı vermeye hazırım!”
Büyük İç Çin şehirleri boyunca, yerel Uygur “suçlu sahnesi”nin temizlenmesi, konuştuğum bazı insanların övündüğü politikaların “olumlu dışsallığı” idi. Bununla birlikte, hala anlayamadım; ama böyle bir övgünün hiçbir zaman tarafsız bir değerlendirme olmadığını; fakat konuşmacıların ilişkili olmak istemedikleri “o lokantadaki kötü Uygurlar”dan ya da “o mahalledeki kötü Uygurlar”dan kendilerini uzak tutmanın bir yolu olduğunu seziyordum. Bu tür yargılarda dürüst insanların çoğunun süpürülmesi ikinci plandaydı.
“Bu Müslüman dünyası için bir sınav”
Büyük bir mahkûmiyet ikileminde, itaat ve bastırma, daha az itaatsiz yurttaşlarının pahasına, bazı insanları kamplardan ve cezaevlerinden kurtardı. Para, bağlantılar, Han Çin eşleri ve resmi bir Çin eğitimi gibi şeyler -asla bir zırh garantisi olmasa da- yardımcı oluyor gibi görünüyor. Son olarak, bir kişinin pasaportuna el koymasına veya bir memleketine dönmek zorunda kalmasına engel olmak için polise ya da yetkililere rüşvet vermek, konuştuğum insanların birçoğunun başvurduğu, işe yaramaz hale gelen ve genellikle umutsuzca kaçınılmaz hissedilen bir sistemdeki bir çatlağı temsil eden bir yoldur.
Ancak çoğunluk için, tutuklanma ve gözaltı korkusu, günlük yaşamın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Ve etkilenen insanlar, yeni saçma dehşetlerle yüz yüze gelmek zorunda kalınca yeni başa çıkma mekanizmaları geliştirmiştir; ancak yine de bir çeşit normallik arayışına devam etmektedir.
Çoğunun sadece basitçe dayanarak ve “ayak direyerek” başa çıkabileceğini söyleyebilirim. Kayıp akrabalara, mali kayıplara ve bir gün içinde kendi dönüş sıralarının gelmesi korkusuna rağmen, arkadaşlarım ve tanıdıklarımın birçoğu geçimlerini nasıl kazanacaklarına odaklanarak işlerini sürdürmeye devam etmek için ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlardı. Acıyı içlerinde tutmak, havuçlarını kesmek, işlerini yürütmek ve eşyalarını satmak… Birçoğu için, şu anda en önemli görünen şey çocuklarının geleceği idi.
Çocukları olmayanların basit ve somut kişisel arzuları olabilir. Bir entelektüel arkadaşım, işinde çalışmaya devam etmeyi umuyor ve bir daire satın almak için yavaş yavaş para biriktiriyor. Son zamanlarda, şehir etrafında uzun yürüyüşlere çıkma alışkanlığına da kapıldığını söylüyor.
Daha genç bir arkadaş -bir kuzeni hapishanede olan bir üniversite öğrencisi- bir keresinde benimle oturdu ve bana onun Han sınıfındaki tek Uygur öğrenci olduğunu anlattı.
“Bazen Uygur halk masallarını ve mitlerini Mandarinceye çeviririm ve sınıf arkadaşlarımla paylaşırım.”, dedi. “Beğeniyorlarmış gibi görünüyorlar.”
Onun amacı; staj yapmak ve çalışmalarını bitirmek, sonra bir iş aramak.
Çok değerli bir arkadaşım, İç Çin’de, yerel polisin “Çin etiketleri olmadığı” için tüm ithal ürün raflarına el koyduğu küçük bir dükkânı yönetiyor. Bana, kendisinin iyi hissetmediğini ve dükkânı kapatması gerektiğini söyleyerek polislerin daha fazla mala el koymalarını engelleyebildiğini söyledi. Rafların yarısı boş ve işler keskin bir düşüş gösterdiğini, artık mağazanın kapanmasının uzun sürmeyeceğini söyledi. Politikaların genç Uygur erkeklerini, ayrım gözetmeksizin nasıl hedef almaya başladığını anlatsa da çok genç olmasına rağmen kendisinin korkmadığını söylüyordu.
“Hayatta çok şey yaşadım,” diyor. “Gelip beni tutuklarlarsa… Güzel. Ne olursa olsun. Burada çok sayıda Uygur çok korkuyor, hatta WeChat’a yabancı bile eklemiyorlar. Ama umrumda değil.”
Aynı zamanda, tamamen teslim olmuş gibi değil. Genel durumdan söz ederken, daha geniş ve daha ihtişamlı bir bakış açısı kullanıyordu.
“Bu şu anda Müslüman dünyası için bir sınav. Suriye’de ya da başka yerlerde neler olup bittiğine bakarsanız, bir bütün olarak Müslüman dünyası bir sınavdan geçiyor. Ama Allah, her şeyi bilir. Sadece bunu aşmamız gerek.”
Uygurlar için yasaklandığı için ibadet ederken bacaklarını yayıp bir sandalyede otururken gizlice ibadet etmek ya da kaldırımdaki ağaçlardan birinin altında ibadet etmek gibi yetkililerin fark etmeyeceği farklı varyasyonlar bulduğunu söylüyor.
Ancak, çok azı bu kadar cesur… Diğerleri için umut, gereklilikle, isteğe bağlı olarak ikinci bir sebeple var olur. Konuştuğum Uygurların çoğu, “her şey daha iyi olacak” sözüne mantıklı bir temel sunmadan inanıyor. Bazıları, bir arkadaşın ya da akrabanın “zaten aylardır tutuldukları için” yakında çıkacağını düşünüyor. Diğerleri “terörizm yenilendiğinde” durumun normale döneceğini düşünmekte. İç Çin’deki -personelinin büyük kısmını kaybeden- Uygur restoranlarında yaptığım konuşmaların bazılarında, personellerinin “eğitimlerini bitirdikten kısa bir süre sonra geri dönecekleri” söylendi.
“Aksi halde, Uygur aşçılarımız bile olmadığında bir Uygur restoranını nasıl yönetmeye devam edeceğiz?”
Ama zaman; bu iyimser seslere karşı zalimdi. Aylar bir yıla dönüştü; ama hapsedilen insanlar hâlâ hapiste, restoranlar daha fazla personel ve müşteri kaybediyor ve durum daha da kötüye gidiyor.
***
Bazen, bu trajedinin sadece kötü bir rüya olduğunu hayal etmek isterim; geçen sene bir noktada kendime, tavşan deliğine düşmüş olmalıyım ve çıkış yolumu bulmam gerek dedim.
Gözlerimi kapatıyorum, kendimi yine Kerim’in restoranında otururken buluyorum. Herkes hayatta ve mutlu… Kerim masadan masaya yürüyor ve müşterileri kontrol ediyor, bazen ön kapıya geçiyor ve yeni gelen bir müşteriyle el sıkışıyor. Karısı, restoranın bir tarafından diğer tarafa koşarak, onları teslim edebileceğinden daha hızlı sipariş alıyor. Anaokuluna giden oğulları ve ilkokula giden kızları, yardım etmekten çok güçlük çıkarıyorlar. Aşçılardan biri, mutfak penceresinden taze bir sunum yapıyor ve bunu bir hoparlörle duyuruyor. Kerim’in kızı, nihayet annesi yapmak zorunda kalmasın diye kâseyi müşteriye teslim etmek için yardım etmeye karar veriyor. Yanlış masaya götürüyor…
“Duydunuz mu?” diye soruyor yerel bir tüccar olan Abliz, müşterilere. “Abduweli, bugün pasaportunu alabilmiş. Haftaya Amerika vizesine başvuracakmış.”
“Eski haber!” diyor, başka bir masada oturan tüccar olan Memet. “Arkadaşlarımın onu geçen hafta pasaportlarını geri aldı. Sonunda kısıtlamaları gevşetiyorlar. Uygurlar yine yurt dışına çıkabilecekler!”
“Sonra?” diyor Kerim şakayla, “Uygur bir başkan?!”
Herkes kahkahayı patlatıyor. Sonra ışıklar soluyor, tek duyabildiğim gözyaşlarının sesleri.
İlk yorum yapan siz olun