Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov ile anlamını öğrendiğimiz bir kelimedir, mankurtlaşmak…
Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir, mankurtlaşmak…
Geçmişte uygulanmış, günümüzde uygulanan ve gelecekte uygulanacak olan bir düzen(sizlik)dir mankurtlaşmak…
Peki bu kavramın anlamı nedir?
Mankurtlaşmak, günümüzde ulusal kimlikten uzaklaşmak, topluma ve kültüre yabancılaşmak, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşmektir.
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanında geçen efsaneye göre, vakti zamanında bölgenin yerli halkı ile Juan Juanlar arasında toprak savaşları yaşanmaktaydı. Juan Juanlar acımasızdı. Ele geçirdikleri esirleri işkenceyle “mankurtlaştırmakla” biliniyorlardı. Bunun için de Juan Juanlar esir aldıkları güçlü genç erkeklerin başlarını iyice kazıdıktan sonra kesilen devenin derisini esirlerin başlarına sımsıkı sarıyorlardı. Daha sonra ise deve derisi başından çıkmaması için esirlerin bedeni sabit kalacak şekilde bağlıyorlardı. Bu işlemden sonra esirler günlerce kızgın güneşin altında tutuluyorlardı. Güneşte kuruyan deri, esirin kafasını her geçen gün sıkarak dayanılmaz acılar vermeye başlıyordu. Bunun yanında, uzayan saçlar da kuruyan deriyi delemediği için geriye doğru uzayarak kafaya batıyordu. Bu işkence sonucunda esirleri bekleyen iki seçenek vardı: Ölmek veya hafızasını yitirerek mankurtlaşmak. Yapılan işkenceler sonunda bireyler efendilerine biat eden, onların sözlerinden çıkmayan kölelerdi artık.
Kısaca mankurtlaşmak demek, acımasız bir işkence ve beyin yıkama işlemidir. Bir ferdin, bir toplumun, bir milletin hürriyeti problemidir.
Peki günümüzde mankurtlaşma sistemi ile nasıl karşılaşıyoruz?
Görülüyor ki bu tarz bir fiziki işkenceye gerek kalmadan birçok halkın dilinin ve kültürünün yasaklanarak, tarihlerinin tersyüz edilip hafızalarının yok edilerek asimilasyona tabi tutulması, günümüzde modern mankurtlaştırma sistemi olarak karşımıza çıkıyor.
Ve tarihi seyir içerisinde mankurtlaştırmanın en canlı örneğini, bugün Doğu Türkistan’da görmekteyiz. Yapılan mankurtlaştırma çalışmaları, sadece dil ve kültür asimilasyonu ile yani kültürel işkenceler ile kalmayarak fiziki işkenceler ile karşımıza çıkıyor. Soydaşlarımız 65 yıldır gözlerimizin önünde bir varlık savaşı ve var olma çabası vermesine rağmen, bizler en iyi yaptığımız şeyi yapıp üç maymunu oynuyor ve her seferinde ilk defa olmuş gibi davranıyoruz.
Doğu Türkistan, maddi ve manevi kaynakları sömürülüp, insanları yok edilmek için çabalanan mazlum toprakların biz Türk milleti için en büyük öneme sahip yerlerinden biri ve daima bağımsızlığını müdafaa için çaba sarf edecek kadim yurdumuzdur.
Ve Doğu Türkistan, dünyanın ve Türkiye’nin görmezden geldiği yahut görmezden gelinmese de siyasi çıkarların gereği göz ardı edilerek feda edilen bir gerçek olarak ortada kalmış bir mesele, dinî, millî ve kültürel köklerinden kopartılmak istenen ve gözlerini açtığı andan itibaren “Sincanlı” olduğuna inandırılmaya çalışılan tutsaklar ülkesidir.
Bilmeyenler, hatta unutanlar için kısa bir işkence özeti geçelim.
Doğu Türkistan Türkleri, Kur’an okuduklarında fiziksel şiddet ve hapis cezaları ile karşı karşıya kalıyor. Daha doğmadan yasaklarla karşılaşıyor; eğer zalim Çin devleti için fazlalık olarak kabul edilirlerse anne karnından zorla alınarak öldürülüyorlar. Ana dillerini, tarihlerini öğrenmeye hakları yok, istedikleri üniversiteye girmek, istedikleri işte çalışmak ise sadece bir hayal. Yaşamlarının her anında kimlikleri sorgulanıyor, benlikleri çalınıp yerine bir başkası konmaya çalışıyor. Yazdıklarım çok kısa bir özet ancak yaşananlar çok büyük bir asimilasyon, çok büyük bir soykırım ve çok büyük bir mankurtlaştırma çalışmaları…
Son günlerde haberlerde, sosyal medya paylaşımlarında ve gazetelerde sık sık duyduğum bir cümle var: “Doğu Türkistan’daki zulüm, poşetlerin paralı olması kadar bile gündem olmadı.” Çok acı bir gerçek ancak bu haklı bir serzeniş. Çin’in, Uygur Türklerine yönelik insan hakları ihlallerini protesto amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen soydaşlarımızı bu kadar konuşmadık. Konuşmak da çözüm değil gerçi, yardım ve duadır temennileri…
Kaynak: TürkGün Yazar: Dilek Nur Çolak
İlk yorum yapan siz olun