Abdurehim Heyit’in Çin hapishanelerinde öldüğüne yönelik Türk Dışişleri Bakanlığının açıklaması uzun zamandır saklanan bir gerçeği ortaya çıkardı. Abdurehim Heyit iki yıldır hapishanede tutsak tutuluyormuş. Peki, bir ozanın ne işi vardı hapishanede? Neyle suçlanıyordu? Aslında Heyit vakası Doğu Türkistan’daki siyasi eğitim kamplarının görünen yüzüydü. Çin Mart 2017’de “Aşırılıkla Mücadele Düzenlemesini” kabul ettiği tarihten itibaren, Müslümanları endokrine etmek için birçok kamp açmıştı.
Çin hükûmeti Ekim 2018 yılına kadar bu kampların varlığını reddetmiş daha sonra bu kampları, terörizmle mücadelede radikalizmi önleyici tedbir amaçlı eğitimlerin verildiği merkezler olarak tanımlamıştır. Uluslararası Af Örgütü, BM Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Komisyonu ve Avrupa Konseyi Raporlarına göre, ocak ayı itibarıyla bu kamplarda zorla tutulan Uygur Türkü sayısı bir milyonu aşmış durumdadır.
Kamplar ilk olarak ilkokul, ortaokul, lise gibi eğitim merkezleri, polis merkezleri, eski fabrikalar ve hastaneler içerisine kurulmuştur. Güvenlik güçleri ile korunan bu bölgede, her geçen gün sayısı artan ve bir yenisi ortaya çıkan kampları tespit etmenin tek yolu uydu görüntüleridir. ABC’nin Avustralya Strateji Siyaset Enstitüsü’nün araştırmasına dayandırdığı haberine göre 28 tesisin toplam alanı son 1 yıl içinde 2 milyon m²den fazla genişletilmiştir. Başkent Urumçi’nin Güneydoğusunda, uyduyla varlığı kanıtlanan, çölde kurulan 2 km dış duvar ve 16 gözlem kulesiyle çevrelenen “Dabancheng” toplama kampında yaklaşık 130 bin insanın tutulduğu tahmin edilmektedir.
Bu kamplarda kalanlara, üç aşamalı sınavlardan başarıyla geçebilenlerin serbest bırakılacağı söyleniyor. Kamplara alınan bu insanların; eski mahkûmlar, kara listeye alınmış kişiler, dinî duyguları olan şüpheli insanlar ve yurt dışında akrabaları olanlar şeklinde farklı kategorilere ayrıldığı ve farklı türden muamelelere maruz kaldıkları düşünülüyor. Üç basamaktan oluşan sınavların birinci turunu, katı kurallar ve sıklaştırılmış siyasi eğitim Komünist Parti öğretileri, yasaklanan dinî faaliyetlerin terk edilmesi gibi eğitimler oluşturuyor. İkinci turunu ise, Komünist Parti öğretileri, siyasi kitapçıklar ve dinî faaliyetlerin yasaklanması çerçevesinde çıkarılan kitapların ezberlenmesi teşkil ediyor. Üçüncü turunda ise belirli bir seviyede Çince öğrenmek ve Çin kültürüne yeterince hâkim olmak gerekiyor…
Bu sınavlar gösteriyor ki, Çin hükûmeti, Uygurların dinî inanç, tutum ve davranışlarını kendisi açısından bir tehdit olarak görüyor. Uygulanan süreç basit bir cezalandırma olarak görülemez. Daha çok ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) reform programı ile uyumlulaştırmak için bir tür zihin kontrol süreçleri uyguluyor.
2030 yılında dünya ekonomik liderliğinin ilk sırasına yükselmesi beklenen ve bir yol bir kuşak projesiyle dünyaya açılan Çin neden korkuyor? Uygur Müslüman Türklerine karşı bu ayrımcı politikalarının Çin’in dinî jeopolitiği ile nasıl bir ilişkisi var? Açıkçası Çin uyguladığı kapitalist reform süreçleri ile birlikte Çin toplumunun, ÇKP’nin ön gördüğü ilkelerden uzaklaşarak toplumda yabancı dinî inançlara ilgi göstermesinden korkuyor. Çünkü reform sonrası Çin’in ulusal dinleri dışındaki dinlere karşı yoğun bir ilgi başlamıştır. Bu sürece nasıl gelindiğini kısaca izah edeyim isterseniz…
1976’da Mao Zedong’un ölümünden sonra, 1978 yılında Deng Xiaoping’in başa geçmesi, Çin’in modern tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Deng, görevi devraldığı ilk yıllarda, “Reform ve Açık Kapı” politikasını uygulamaya başlar. Bu aynı zamanda Çin’in ÇKP’nin katı kültür devriminden vazgeçmesi anlamına da gelir. Dinî politikalar da bundan nasibini alır. 1981’de Deng Xiaoping, şu açıklamayı yapar:
Dini özgürlük politikasını uygulamaya devam etmeliyiz. Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong Düşüncesine karşı konuşmamalarını ve ÇKP’nin politika ve eğitime müdahale etmemeleri şartıyla dindar inananların dinî inançlarını terk etmelerine gerek yoktur.
Mart 1981’de ÇKP Merkez Komitesi, Çin’in sosyalist döneminde dinî soruna ilişkin temel bakış açısı ve politikasını ilgilendiren “Doküman 19” olarak bilinen bir belge yayınlar. Bu belgede, “Din ölecek”, “Dini güç kullanarak yok etme” ve özellikle “normal dinî faaliyetlerin yasaklanması” ve “inananların düşman olarak muamele görmesi” gibi yanlış politikalar eleştirilir. Devrim sonrası Sosyalist dönemde dinin varlığının kabul edileceği ve “din özgürlüğüne saygı duymanın ve korumanın” ÇKP’nin dinî meselelere ilişkin temel politikası olduğu vurgulanır.
Belge ayrıca ÇKP’nin ateist olduğunu ancak iki şeyi anladığını açıkça belirtir. Birincisi, insanların ideolojik ve zihinsel sorunlarının basit kaba kuvvet yöntemleriyle çözülemeyeceğidir. İkincisi ise Çin’de ateistlere oranla bir dine inananların nispeten az bu nedenle, tüm insanların (inanan ve inanmayanların) birliğini ve modern bir sosyalist ülke kurma çabalarını teşvik etmek Parti’nin temel görevinin olduğudur. 1982’de, “Doküman 19″a uygun olarak da, “dinî özgürlüğü korumak”, anayasanın dördüncü baskısına dâhil edilir.
1990’lara gelindiğinde Sovyetlerin dağılmasına ve Sosyalist toplumlarda dine olan ilginin hızla arttığına şahit oluruz. Çin’in uzun yıllar uyguladığı kültür devrimi başarılı olmamış, hem Uygurlar arasında İslami bilinçlenme artmaya başlamış hem de Çinliler arasında kitabi dinlere dönenlerin sayısı artmaya başlamıştır. Örnek olarak Hristiyanlığı ele alalım. Yeni Çin’in kuruluşunda Hristiyanlar yaklaşık 0.7 milyon iken Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin 2008 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Hristiyanlar şu anda toplam nüfusun %1.8’ini oluşturmaktadır. Yaklaşık 23.05 milyon civarındadırlar. Raporda ayrıca son yıllarda büyüme eğiliminin ülkenin birçok yerinde hızlandığını gösteriyor. Pew Forum’un 2010 yılı anketi, Çin’deki Hristiyanların toplam nüfusun %5’ini oluşturan yaklaşık 67 milyona ulaştığını gösteriyor. Sosyolog Yang Fenggang, yıllık %8’lik bir büyüme oranına dayanarak Hristiyan nüfusun 2025’te 160 milyona ve 2030’da 247 milyona ulaşacağını öne sürüyor. Bu durumda Çin, ABD’yi dünyanın en büyük Hristiyan ülkesi olarak geçecektir. Çin’de Müslümanların nüfusu ise yaklaşık 25 milyonu geçmiş durumdadır. Ayrıca toplumda Konfüçyüs Doktrini dışındaki inançlara da ilginin arttığını biliyoruz. Peki, bu durum Çin için neden bir tehdit olarak algılanıyor?
Çünkü yeni dünya düzeninde sosyalist Çin kapitalist dünyaya eklemlenirken dini jeopolitiğini de Konfüçyüsçü ideoloji üzerine kurmak istiyor. Komünist Ateist Çin’ine karşılık Sosyalist yeni maneviyatçı Çin. Özelikle Hu Jintao’nun 2002’de devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından sonra Konfüçyüs yeniden keşfedildi. Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2005 yılından itibaren yürürlüğe koyduğu “Harmonius Society” (Uyumlu Toplum) politikası Konfüçyüs inancına dayanmaktadır. Bundandır ki devletin Konfüçyüs’le toplumsal uyum sağlaması için özel bir çaba sergilenmektedir. Hatta bundan başka yöneticiler tarafından Konfüçyüs’e atıflar yapılmakta, özdeyişler yaygın olarak kullanılmakta, onun hakkında akademik yayınlar yapılarak önemli mekânlara heykelleri dikilmektedir.
Konfüçyüs metinleri, 8 Ağustos 2008’de Pekin Olimpiyatları’nın açılışında kullanılmasıyla yine popüler hâle gelmiştir. Ayrıca Konfüçyüs’ün öğrencileri gibi giyinmiş 3.000 kişinin açılış seremonisinde Bird’s Nest Stadyumu’nda sergilediği performans Çin’in millî azizi ve başat simgesiymiş gibi bir imaj oluşturmuştur. Çin Konfüçyüsçülüğü dışarıda bir yumuşak güç enstrümanı olarak kullanmak için de, birçok ülkede Konfüçyüs Kültür merkezleri açarak bu yeni maneviyatçılığı ve sosyalist düşünceyi yaymaya çalışmaktadır.
1 Ekim 2009’da ÇKP’nin 60. kuruluş yıl dönümü törenlerinde kullanmak üzere resmî olarak onaylanmış 50 sloganlık listede Çin halkına “uyum içinde sosyalist bir toplumun inşası ve toplumsal eşitlik ve adaletin güçlendirilmesi için” partiye yardım etme çağrısı da yer almıştı. İşte tüm mesele bu “uyum” kelimesinde saklıdır. 19’uncu ÇKP Ulusal Kongresinde alınan kararlarda eklenen madde 62’de, “dinî inancı olan parti üyeleri için ideolojik eğitimin güçlendirileceği” Parti yardımı ile dönüşmezlerse istifaya çağırılacakları ifade edilmiştir. 58. ve 63. Maddelerde de, “batıl inançlı faaliyetler düzenleyen ve bunlara katılanlara, suçların ciddi olduğu durumlarda partiden ihraç edilme yaptırımı verilmesi” öngörülmektedir.
Anlaşılıyor ki, Çin kitabi dinleri veya Konfüçyüs ideoloji ile uyuşmayan tüm inançları batıl ve uyum karşıtı kabul ediyor. Bunları kendi toplumsal uyumu için bir tehdit olarak değerlendiriyor. Bu açıdan sadece Uygur Müslümanlarına değil Hıristiyanlara karşı da son yıllarda artan bir baskı göze çarpıyor.
Belki bu noktada şu soru aklınıza gelebilir: Hıristiyanlara da baskı varsa onlar için de kamplar yapılıyor mu? Elbette hayır. Bunun nedeni Çin’in Batı piyasalarını gözden çıkaramaması olabilir. Yani Çin, Batı dünyasına muhtaç iken Müslümanlar Çin’e muhtaç. Ama sanırım asıl neden Uygurların Türk olmasından kaynaklanıyor. Müslüman olmak bir tehdit ama Müslüman Türk olmak daha büyük bir tehdit.
Kaynak: TürkiyeGazetesi Yazar: Hilmi Demir
İlk yorum yapan siz olun