“36 yıl önce Türkiye’ye hayran hayran bakmıştım… Bugün ise, Türkiye’de Çin’e hayran bakan kalabalıklara hayretle bakıyorum.”
Mehmet Emin Hazret
Ben, 1989 yazında, gözlerimde sonsuz acının gölgeleriyle Türkiye’ye sığınmış bir Uygur Türküyüm.
Bir zamanlar Pekin’de, yüksek duvarlar ardında aldığım eğitimle, yalnızca bilgi değil, zulmün de soğuk yüzünü öğrendim.
İçimde yanıp duran tek bir meşale vardı:
Çin’in Doğu Türkistan’daki zulmünü, dünyaya haykırmak.
Ve sonra…
4 Haziran 1989.
Tiananmen Meydanı’nda umutla haykıran gençlerin üzerine tanklar sürüldü, makineli tüfekler konuştu.
O gün, tarihin göğsünde kara bir leke açıldı.
O gün, ben bir daha geriye bakmadan yürümeye karar verdim.
Pekin’in kuytularında, dokuz metrekarelik dar odalarda üç kuşak bir arada yaşardı.
İki katlı iki tahta ranzada, yaşlılar, evlatlar ve torunlar iç içe yatar, sabahı beklerdi.
Odanın köşesinde ne bir tuvalet vardı, ne de mahremiyet…
Hayat, buruşmuş bir bez parçası gibiydi; ufalanmış, solmuş, yıpranmış.
Bunu bir masal gibi dinleyebilirsiniz,
Ama ben, o daracık odalarda soğuk duvarlara dayanıp düş kuran çocukların fısıltılarına şahidim.
Sonra geldim Türkiye’ye…
İstanbul’un Sefaköy semtinde, 120 metrekarelik bir daire kiraladım.
Gözlerime inanamadım:
Her evde bir telefon, her bina önünde bir kaç araba, her bakkalda zenginlik fışkırıyordu.
Pekin’de 10 bin hanede bir telefona rastlanırken, burada her evde telefon vardı.
Bir gün E-5 kara yoluna baktım hayranlıkta.
Arabalar nehir gibi akıyordu önümde.
Oysa daha dün Tiananmen Meydanı’nda, koca çang’en caddedesi sadece birkaç araba durur, ama
bir bisiklet nehri, 50-60 bin canla birlikte dalga dalga akardı yeşil ışıkta.
Bir bakkala girdim.
Makarna paketlerini görünce gözlerim doldu.
Çünkü Pekin’de bir defa, bir üst düzey yönetici Uygur’un evinde özel misafir olarak ağırlanırken, bana makarna sunmuşlardı —
ithal bir mucize, Amerikalardan gelen bir lüks.
O zamanlar Çin’de makarna bile bulunmazdı.
Ve şimdi, burada, her köşe başında serbestçe satılıyordu.
Büfelerde satılan kağıt mendiller, şekerler, bisküviler…
Çocukların ellerinde cıvıldayan sakızlar…
Çünkü Çin, bu ürünleri görmemişti.
Türkiye bana bir mucizeler diyarı gibi görünüyordu.
Kendi kendime fısıldadım:
Türkiye, Çin’in en az 20-30 yıl önündeydi…
ARADAN 36 YIL GEÇTİ
Ve şimdi…
36 yıl geçti aradan.
Bugün Çin, Türkiye’den 20-30 yıl ileride.
Türkiye’nin Çin’e sattığı ürünler 3,5 milyar dolar civarında;
Çin’den aldıklarımız ise 46 milyar doları aşmış.
Düşünüyorum:
İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan Almanya,
36 yıl sonra nasıl dünya sanayisinin devine dönüştü?
1946 da açlıktan kitlesel ölümlere maruz kalan Japon halkı,
Tokyo sokaklarında ağaç kabuklarını kemirirken, 36 yıl sonra nasıl dünya devine dönüştü?
Ve biz, neden hâlâ olduğumuz yerde sayıyoruz?
36 yıl önce Türkiye’ye hayran hayran bakmıştım…
Bugün ise, Türkiye’de Çin’e hayran bakan kalabalıklara hayretle bakıyorum.
Ve evet,
Ben, bu hayranlığın büyüsüne kapılanlara hayranım…
Bir Türk evladı olarak,
İçimde kıvranan acıyı, umudu ve kırık hayalleri susturamıyorum.
Şunu soruyorum kendime:
Eğer Türkiye bugün bir Almanya, bir Japonya gibi güçlü olsaydı,
Çin, Uygur Türklerine soykırım yapmaya cesaret edebilir miydi?
Rusya, Kırım’ı işgal edebilir miydi?
Irak’ta Türkmenler böyle yok sayılabilir miydi?
Suriye’de Türkmenler kendi vatanlarında gölgede kaybolur muydu?
Siz, başkalarını yücelttikçe,
Kendi azametinizi unuttuğunuzu göremiyor musunuz?
Ey Çin’e hayran kalan kardeşlerim,
Ey başkalarının büyüklüğüne methiyeler dizenler,
Unutmayın:
“Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur!”
İlk yorum yapan siz olun