İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Müzik evrensel değildir, millîdir’

Bünyamin Aksungur, Türkiye’nin Türk Dünyasına hediye ettiği, bir sanatçı, bir müzik felsefecisi. Onu dinledikçe, Turan‘ın hiç de uzak olmadığını anlıyorsunuz. Kültürler bir olunca, gönüller de bir oluyor. Yeter ki, birbirimizi tanıyalım. Bünyamin Aksungur, çıkardığı “CANAN UYKUDA”  albümüyle bir köprü kuruyor.

tekin
Yazar : Arslan TEKİN

Dün okudunuz… “Müzik evrensel değil, millîdir” demiş, ben de “O zaman Mozartları, Beethovenleri nereye koyacağız?” diye sormuştum. Cevabını okuyalım:

“Onlar millî temeller üzerinde evrenselliğe ulaşmış dehalardır. Bizim de dehalarımız var.  Evrensel kaygısını gütmemiş III. Selim var. Itrî var. Dede Efendi var. Mozartlar bugün yetişmiyor. Mozartlar, Çaykovskiler, Haydenlar, 12 sesle 2 makamla kendilerini ifade etmişlerdir. Oysa bizim 41 sesimiz var.”

Burada araya giriyorum ve “Neden dünya çapında değiliz o zaman?” diye soruyorum.

“Bakın, millî diyorum ya, öyle derdimiz yok. Kendimizi ifade etme yoludur müzik. Oyunlarımız, folklorumuz da öyle. Tasavvufumuz da öyle. Dikkat ederseniz, folklorik oyunlarımız aslında içe dönük olup halka şeklinde oynanır. Sema e semahlarımız da öyle.  Millet beğensin, seyretsin değil. Son dönemlerde insanlar koreografi geliştirdiler, sahnelik gösteriler hâline getirdiler. Müzikte ana kaynak dindir. Ayrıca beşerî sevgi ve aşkı dile getiren ve insanın bütün duygularını dışa vuran müzik de zaman içinde gelişmiştir.  Ama müziğin dili millîdir. Orada ısrarcıyım. Dediğim gibi majör ve minör iki makamla ve 12 sesle birçok şey anlatabilirsiniz. Ama eğer Mozart’sanız, Beethoven’sanız size bunlar az gelir. Dolayısıyla 2., 3. ve 4. sesi yani armoniyi de geliştirirsiniz. Onlar bunu yaptılar. Dede Efendi ile Mozart’ı yarıştırmak, elma ile armudu yarıştırmak gibi olur. Oysa her ikisi de dehadır. 12 ses ve 2 makamla elde edilecek nağmeler ile 41 ses -ki bunun 24’ünü hâlâ kullanmaktayız- 41 ses ve 400’ü aşkın makamla elde elde edebileceğimiz müzikal zenginlik arasında dağlar kadar fark vardır. Batıdaki çok sesliliğin sebebini burada aramak gerekir. Oysaki bizim müziğimizdeki her makam farklı bir duygu yoğunluğunun tercüman olagelmiştir.”

Bünyamin Aksungur‘a “müzik”le “tedavi” arasındaki bağı sordum. Bütün hekimlerin üzerinde durması gereken bir cevap aldım:

“Bu sahada Farabî, İbn Sina, Ebu Bekir er-Râzî, eski Türk âlimleri çok büyük araştırmalar yapmışlar. Hatta onların araştırmaları Batı okullarında ders olarak okutulmuştur. Hastayı müzikle tedavi ederken işte diyorlar ki, Türklere uşşak makamı uygun düşer. Araplara Hüseynî makamı uygun düşer. Bunu yazmışlar. Her milletin genel olarak duygularına hitap eden, duygularına tercüman olan belli makamları tespit etmişler. Hangi hastalığın hangi makamla iyileştirilebileceğine dair bir şeyler geliştirmişler. Ne zamana kadar? 18. yüzyıla kadar. Biz bunu şifahane dediğimiz hastahanelerde uygulamışız.  Ama 18. yüzyıldan sonra biz bırakmışız, Batı’ya yönelmişiz, Batı ise bunu müzikle terapi adı altında kendi kliniklerine sokmuş. Onlar geliştirmiş. Bugün biz 11., 12. yüzyıldaki bilgilerle hastaları tedavi etmeye kalkarsak doğru neticeye varamayabiliriz. Sonuç olarak diyebilir ki dinlediğiniz bir nağme sizi alıp uçurabiliyor mu? Uçurabiliyorsa, tedavi de eder.”

Türk Dünyasıyla Kıyaslarsak

-Şimdi Türkiye’ye göre anlatıyoruz. Bunu bir de Türk Dünyasına göre kıyasladığımız zaman…

-Türk dünyasında her türlü sanatın ve tabiî ki müziğin de zirvesi Türkiye. Çünkü Türkiye’de Türk boylarının bütün renkleri mevcut, zira burada her boydan insan bir arada yaşıyor. Dolayısıyla, Türkiye’deki müzik kültüründe hepsinden birşeyler var. Bunun yanında, tarih boyunca münasebette bulunduğumuz medeniyetlerden de alışveriş yapmış ve iyice zenginleşmişiz.

  • Yani ara noktada olmamız Batı’yla bağlantımız avantaj sağlamış mıdır?
  • Tabiki, Türk milleti olarak tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda irili ufaklı sayısız devlet kurmuş, birçok farklı medeniyetle komşu olup münasebete girmişiz. Arap’tan da almış vermişiz, Çinden de almış vermişiz, Bizans’tan ve tabiî Avrupa’dan da almış ve vermişiz. Yani tek taraflı değil, almışız da vermişiz de. Ünlü Alman sinolog Prof. Wolfram Eberhard Türklerin, yalnız müzik alanında değil, folklor sahasında da Çinlileri etkilediğinden söz eder.Öyle güçlü bir müzik kültürüne sahibiz ki bundan, Batılı dahi bestekârlar da etkilenmiş. Dolayısıyla Beethoven’in de, Mozart’ın da Türk Marşı var. Bizim müziğimizden şüphesiz onlar da etkilendiler. Elbette bizim de onlardan aldıklarımız var.

Ha, az önce sorduğunuz şey vardı. “Evrensele nasıl gittiler onlar?” diye. Bakın, Beethwoven’in evrensel dediğimiz -ki öyledir- eserlerinin temelinde, hiç şüpheniz olmasın; kendi milletinin ninnileri, ilâhîleri, halk şarkıları; yani Alman halk nağmeleri yatar. Avusturyalı Mozart’ın senfonilerinde de, İtalyan Paganini’nin Polonyalı Chopin’in eserlerinde de böyledir. Evrensele giden yol millilikten geçer. Yani kendi kültürünü tanıyıp onunla yoğurulmadan evrensel olunmaz, entelektüel olunmaz!

Günümüzde Çaykovskyler, Mozartlar yetişmiyor ama geçmişte bu büyük müzik adamları yaşadı ve dünya müzik kültürüne çok şeyler kattı. Ama dediğim gibi, hepsi de önce millî oldular, milletinin müziğini hatmettiler sonra evrensele ulaştılar. Nasıl mı? Kendi milletlerinin melodileri, hemen bütün dünyada olduğu gibi tek sesliydi. Hepi topu bir oktavdaki 12 sesle ve 2 ayrı makamla (Major ve Minör) ifade ediliyordu. Oysa onlar birer dahiydi. Bu ses ve tonlar yetmiyordu. Böylece armonik yapıyı geliştirdiler. Ana melodinin yanına 2. 3. ve 4. ses partilerini de ilave ederek eserlerini zengin bir anlatım gücüne kavuşturdular. Biz bunu yapmadık. Zira bizim müziğimizde Batıdakinden daha fazla sesler vardı. Bir oktavı 41 farklı perdeye bölmüştük. Bugün bile 24 tanesi kullanılan bu seslerle sayısı 400’ü bulan farklı makam elde etmiştik. Yani bizim müziğimiz makam müziğiydi. Bu zenginlik içinde müzik yoluyla bütün duygularımızı ifade edebiliyorduk. Çok sesli yapıya ihtiyaç duymadık. Doğrusu, geliştirmeyi de pek düşünmedik. Tabii, bunda yaşanan bazı badire ve yasaklamaların da rolü var. En önemlisi, müziğimizi belli standartlara oturtarak, daha çok geliştirip zenginleştirecek okullaşmada çok gecikmiş olmamızdır. Batı’da yüzlerce yıllık konservatuarlar varken, bizim Türk Müziği Devlet konservatuarımız ilk kez İTÜ bünyesinde 1976’da kurulabildi. Oysa ki batı müziği konservatuarlarımız ise Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren faaliyete geçmişti.

İstanbul’da Batı müziği yanı sıra Türk müziği eğitimi de veren Belediye konservatuarında yaşanan bazı anekdodlar hala unutulmadı. Aynı binada Batı müziği öğreten hocalar, öğrencilerine Türk müziği katından geçerken, “Kulaklarınızı tıkayın!” dermiş öğrencilerine. “Kulağınızın bozulmasın.” Çünkü Türk müziğinin tavrı farklı ve bir Batılı için öğrenilmesi çok zor. Dikkatinizi çekmiştir, burada bir süre yaşayan yabancılara “Türk müziğini seviyor musunuz?” sorusuna çoğu “Seviyorum.” Cevabını verip bir de Türk şarkısı söylüyor: “Üsküdar’a gider iken …” Ama ne söyleyiş! Elbet hoşumuza da gider ama o şarkı, bildiğimiz Üsküdar şarkısından çok farklıdır. Çünkü duyabildiği seslerle söylemiş, bizde var olan birçok ara ses ve nüansı duyamadığı için söyleyememiştir. Şarkının küçücük cümlesinin içinde belki on tane farklı nüans var, bizi biz yapan. Esasen millî kimlikler de ayrıntıda, küçük nüanslarda yatar. Mesela Yemen veya Çanakkale türküsünü batının tampere sistemiyle çalıp söylerseniz bu asla gerçek manada Çanakkale ya da Yemen türküsü olamaz. Bu tarz çalıp okumayı nota bilen bir Arjantinli de başarır Vietnamlı da. Ama dedim ya asla bizim türkümüzün otantik yapısıyla örtüşmez ve tabiî bu hâliyle o türkünün verdiği duyguyu da yansıtamaz.

Do re mi her millette ve tabiî bizde de var. Ama koma sesler ve küçük detaylar, meselâ gırtlak nağmeleri işin hüznünü de, olayların detayını da, sözleri olmasa bile size hissettirir. Acıklı mı, neşeli mi;  ninni havası taşıyor, toy havası mı; ölümü ve ayrılığı mı anlatıyor, kahramanlıktan mı söz ediyor; melodi ve ritimin gidişinden anlarsınız. Çünkü siz bu topraklarda doğdunuz. Batı’nın da vardır şüphesiz ninnileri, kahramanlıkları bilmem ne. Ama onları anlamanız için ihtisas yapmanız lazım o sahada. Ya da orada doğmanız, orada yetişmeniz lazım. Bizim ise ister Kırgızistan da olsun, Azerbaycan’da, Kerkük’te olsun; Türk dünyasının neresine ait bir ezgi olursa olsun, bunun hüzünlü mü neşeli mi, hastayı tedavi etmeye mi yarıyor, yoksa dinî motifler mi taşıyor; kolaylıkla anlayabilirsiniz. Müzikten anlamanız gerekmez. Zira siz Türk’sünüz. Bu topraklarda doğup bu topraklarda acıyla tatlıyla yoğrulmuş olmanız yeter.

Albümde her eserin ayrı ayrı hikâyesi var

  • Şimdi tabiî Türkiye de bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyorum Bünyamin. Gerçekten önemli bir yerdesin. Türk müziğini kitlelere ulaştırabilmek için çok mu fedakârlıklara katlandın? İsteseydin burada pop da söyleyebilirdin.
  • Şüphesiz , şüphesiz.
  • Laylaylum şeyler de söyleyebilirdin, çok da para kazanırdın. Ama sen ne yaptın, hakikî müziğimizi yaymak için derinden derine yürüdün ve bir zemin hazırladın. Elbette istediğin noktaya gelmen mümkün olmadı. Çünkü yalnızsın, yalnızsın!
  • Evet, maalesef. En kötüsü de bu! Ne hedef kitlede, ne de bu işi destekleyebilecek durumdaki yerli, millî iş adamlarımızda bu ilgi ve şevki göremedik. Desteği hiç göremedik.
  • Şevki yok, ama senin hazırladığın zemin üzerinde elbette yerli yetişenler görecek.Farkı görecek.Farkı gördükten sonra, biz buradan yürüyelim diyeceklerdir.Şimdi bu albüm çıkarma, ilk defa çıkarıyorsun?
  • Evet.
  • İlk defa çıkarıyorsun, 61 yaşında çıkartıyorsun.
  •  Evet, evet.
  • Peki kalıcı olmak için mi? Yani eserler kalsın, gelecek nesiller istifade etsin. Dinlesin demiyorum dikkat edersen, istifade etsin.
  • Sevgili Arslan Bey, şüphesiz bugüne kadar “Sesin güzel, bir albüm yapsana” filan diyen çok oldu. Yani yaklaşık 45 yıldır bunlar söyleniyor. Ama hangi imkânla diye kimse sormadı.Kimse elini taşın altına koymadı.

Bizim de bir devlet memuru olarak kazancımız belli. İşin içine daldıkça, muhteşem bir kültür hazinesinin üzerinde olduğumuzu fark ediyorduk. Ama sadece fark ediyoruz. Onları sadece biz söylüyoruz. Ve Türk kültürünün âşığı çok küçük bir kitlede “esir Türklerin müziği” diye ilgi gösteriyor. Ama hepsi o kadar. Hamasî duygularla yaklaşanlar ötesinde kaliteye ulaşmak için talep de gelmesi lâzım. Binlerce konser verdim. “Ağabey Çırpınırdı Karadeniz’i söyle.” Muhteşem bir eserdir o. Üç dört saatlik konferans verebilirim üzerine, gerçek hikâyesiyle. “Ağabey, Başbuğlar ölmez’i söyle.” Tamam, güzel de, benim söylediğim her eserde “Başbuğlar ölmez” var. Hepsi de birer “Çırpınırdı Karadeniz”. Sadece slogan safhasındayız, Bunu 50 yıldır geçemedik. Bugünkü sıkıntılarımızın bir sebebide bu olsa gerek.Oysa meselâ, bu albümün ismi CANAN UYKUDA. Acaba neden? Merak eden var mı?

Albümde 13 eser var. Her birinin ayrı ayrı birer hikâyesi var ki, her birisi için kitap yazılabilir. “Canan Uykuda”yı ben 2015 yılında, bir şekilde seyahat etme imkân bulduğum Doğu Türkistan’da buldum. Dolu dolu 11 gün geçirdim atalar yurdu Doğu Türkistan’da. Krallar gibi karşıladılar. Türkiye’de beni kimse tanımaz iken, orada “Türkiye’den gelen ağamız” diye ziyafetten ziyafete götürdüler, binlerce kilometre ötede.

Canan uyanacak mı?

Dille anlaşmada bir problem çektin mi?

Yok, yok, zaten Türkologuz, zaten âşığız milletimizin kültürüne. Birçok kelimemiz ortak. “Ben geliyorum” yerine, “Men kelimen” diyorlar. Onu anlayacak kadar kolaylığımız var. Şarkılarda ortak pek çok kelime, deyim ve nağme var. Hele bir de onların şarkılarını söylüyor olmam, hele onların çok önemli ve sevilen şairlerinin mezarını ziyaret etmek istediğimde, ağladılar. Demek ki, Türkiyede, bizden 7000 km ötede bizim şairlerimizi, şiir ve nahşalarımızı (türkülerimizi) bilenler, bizim dertlerimize ortak olanlar varmış. Öyle mutlu oldular ki, anlatamam. 200’e yakın Uygur türküsü vardı repertuarımda. Bu seyahatimde, Doğu Türkistan’dan yüzlerce şarkı derledim. Bunlardan biri de “Canan Uykuda” idi. Şarkının bestekâr ve söz yazarının isimlerini burada açıklamayayım. Çünkü, hayattalar mı bilmiyorum. Şu sıralarda çok zor durumdalar. Benim selâmlaştığım birçok insanın hapiste olduğunu biliyorum. Benimle selâmlaştığı için değil. Halkının önünde münevver olan kim varsa, yok edilmek için kamplara, şuraya buraya atılmış durumdalar. Allah onların  yardımcısı olsun. Meselâ sadece iki kişinin ismini verebilirim, iki büyük sanatçının: Abdurrahim Heyit ve tiyatro sanatçı ve yazarı Ablikim Kelkün.. Onlar ve binlerce Uygur aydını zindanda. Kurtulmaları için sadece dua edebiliyor, rasladığım her güzel insana anlatıyorum. Elimden başka da bir şey gelmiyor malesef. Hür dünya bir şeyler yapmazsa, korkarım Çin daha da zalimleşecek!

Abdurrahim Heyit ise “Uçraşkanda” diye bir eser bestelemiş. Doğu Türkistanlı büyük şair Abdurrahim Ötkür’ün şiirini, o toprağa verildiği gün bestelemiş. “Uçraşkanda” yani “buluştuğumuzda, karşılaşınca”. Youtube  veya Google’da “Karşılaşınca” yazarsanız hemen karşınıza çıkar, kayanın üzerine oturmuş, dutar adlı sazını çalarak bu şarkıyı söyleyen Heyit. Milyonlarca kez tıklandığını görürürsünüz. Türkiyeli bir şairi taklit diyor, şair. O şair de Erzurumlu Emrah. Ötkür, Urumçi’de yatıyor, mezarı orada.

Abdurrahim Ötkür, İsa Yusuf Alptekin’in arkadaşı, Lütfullah Muttalib’in de arkadaşı. Arkadaşlarının birçoğunun kellesinin gittiğini, şehit edildiğini, idam edildiğini görünce, ondan ders çıkarıp, “Mücadele için birinci şart Hayatta kalmaktır”, düsturunu benimsemiş. Devletle ve rejimle kavga etmeden sembolik şiirler, romanlar yazmış. Ötkür’ün yazdığı şiirin ilk baskısında “Türkiyeli bir şairi taklit” notu düşülmüş. Sonraki baskılarda ise Türkiye kelimesi sakıncalı bulunduğu için,”Bir şairi taklit” şeklinde yazmış.

Şiirin altına da tarihini yazmış, 29 Ocak 1947 diye. Erzurumlu Emrah’ı ve şiirini bilirsiniz (Şiirden parçalar okuyor). Tamamen Karacaoğlan’ın izinden giden, şiirin hasını yazan şairler bunlar. Ama aşk konusunda şıpsevdi insanlar. Sevgiliyi elde etmek için çok güzel sözler dizerler arka arkaya. Ötkür ise, bire bir aynı yazdığı halde, hiçbir kelimesinde Emrah’ın kastettiğini kastetmemiş. Emrah sonunda da diyor ya, “Dedim Erzurum ne, dedi ilimdir…” (Şiirden parçalar okuyor.) Bakalım: Ötkür öldü Abdurrahim Heyit o şiiri bestelediği için, o şarkıyı söylediği için bugün hapiste. 8 yıl hapis cezası vermişler.1,5 yıldır yatıyor, sağ olarak kurtulabileceğine dair bir umudumuz yok. Çünkü Çin orası. Daha doğrusu Türkistan orası ama Çin’in zulmü altında.

“Seher körgen çağım gözüm sultanını,

Dedim sultan mısan, o dedi yok yok.”

Bakın, anlaşılmaz bir durum yok. Bir de Emrah’a bakalım:

“Sabahtan uğradım ben güzele;

Dedim mahmur musan? Söyledi yok yok.

Ak elleri boğum boğum kınalı;

Dedim yar bayram mı, söylediyokyok..”

Ötkür, sevgilinin yüzünü, gözünü tarif ediyor, ama nasıl tarif ediyor?  AY-YILDIZ’a benzeterek! (Şiirden parça okuyor)

Şimdi bir arkadaşımız, Uğur isimli bir kardeşimiz soyismini vermeyeyim, anlayan anladı zaten. TRT1’de canlı yayında bunu okudu, Ötkür’ün de resmini koydu. Belli ki yüreğinde bir şeyler var. Fakat sübyancı filan derler diye, “Dedim 15 nedir? Dedi yaşımdır” kısmını değiştirip “Dedim 20 nedir, dedi yaşımdır” yaptı. Zannediyor ki,15 kızın yaşı. Oysa şiirin yazım tarihine bakanlar kolaylıkla anlayabilir 15 yıl önce ne olduğunu. Şarki Türkistan İslâm Cumhuriyeti’nin ilanı. 1932-33’te uyanış kutsal isyan ve zafer. Bağımsızlıklarını ilân ediyorlar. Fakat Çin yönetimi onbinlerce Uygur Türkünü şehit ederek isyanı bastırır. Bunu hiçbir Uygur Türkü unutmaz. Ötkür’ün kızıyla telefondan konuştum, İsveç’de yaşıyor malasef. Dedi ki: “Babamız bizlerin isimleri dahi ‘Çolpanay’ gibi aylı yıldızlı koydu diye de hapiste yattı.” İsa Yusuf Bey’in arkadaşı demiştim. Hindistan’a kadar o 50 bin kişiyle çıktıkları göç yolunda geliyor ve orada yakalanıp, Çinliler tarafından geri döndürülüyor. Toplam 20 yılı hapislerde geçiyor. İşte Ötkür bunlardan gerekli dersi çıkarıyor. “Çalışmak için, -çalışmak onlarda savaşmak demek- mücadele etmek demek- hayatta kalmak gerekiyor” diyor. Size resimleri gönderebilirim, gösterebilirim. Kaşgarlı Mahmut’un türbesinde çektiğim, havaalanı ve istasyonlarda gördüm yasak listesini… Ay yıldızlı tişört giymek, ay yıldızlı rozet takmak, ay yıldız yasak. Pekin’de yasak değil. Doğu Türkistan’da yasak. Doğu Türkistan’da Türkistan demek yasak. Üç yıldan başlayan bir terör suçuymuş “Türkistan” demek! Ben, “Şincan” demeyi öğrenememişim. Ama orada,o güzel insanlara zarar gelmesin diye, ağzıma dilimin ucuna geldiği halde hiç “Türkistan” diyemedim. Onlara hitap ederken ağzıma “Doğu” kelimesi geldiğinde insanların nasıl dehşete kapıldığını gördüm. O anda durumu farkedip de lafı çevirdiğimde, “Doğu Şincan Uygur otomon regionu” dediğimde, istisnasız herkeste bir kahkaha patlıyor ve insanlar birden rahatlıyordu. O anlıyordum ki, bütün yürekler bir. Herkes söylemek istiyor, ama söyleyemiyor. Ben söylesem, beni sınır dışı ederler, ama onları bekleyen ağır cezalar var, zulüm var!

Ötkür’ün şiirine dönelim yine:

“Dedim Deniz nedir, dedi kalbimdir.”

diyor. Acaba niçin?

Sonra da, dilinin ve kültürünün yasaklanmaması için haykırıyor:

“Dedim Rana nedir? Dedi lebimdir.

Dedim Şeker nedir? Dedi tilimdir.”

Şiirin tam burasında dedim ki, “Olmadı, burası burası bana müstehcen geldi.” “Hayır ağabey” dediler. “Türkçe mi, Uygurca mı ver ağzıma. Dilimi yasaklama” diyor. Şiir ve şarkı albümde var. Merak edenler şiirin tamamını ve diğer şarkıların sözleriyle hikâyelerini “CANAN UYKUDA” albümümün içindeki kitapçıkta bulabilirler.

Allah zulüm altındaki bütün kardeşlerimizin yardımcısı olsun.


Bünyamin Aksungur çok doluydu.

“CANAN UYKUDA” albümüne iki albüm daha ekleyecek. Bence sanatçımız bir çığır açıyor.

Kaynak Yeniçağ: ‘Müzik evrensel değildir, millîdir’ – Arslan TEKİN

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir