İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çağatay Türkçesi Dil ve Edebiyatı

1. Giriş

Orta Türkçenin son dönemini temsil eden, Türkoloji literatüründeki  adı  Çağatay Türkçesi olarak bilinen yazı dili, Kuzey-Doğu Türkçesinin ikinci döneminin adıdır. 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar devam eden bu yazı dili, edebi bir dil olarak da bir yandan Hakaniye (Karahanlı), diğer yandan  Harezm Türkçesietkisi altında Çağatay ulusundan meydana gelmiştir.

Çağatay Türkçesi, Çağatay Dili, Çağatayca terimlerinin dil uzmanları tarafından çokça tartışıldığı görülmektedir. Armin VamberyEckman’ın belirttiği üzere: “ Çağatay terimini sadece 12.-19.yüzyılların Orta Asya İslâmî Türk Edebiyatının dili için değil, aynı zamanda kendi  çağının yaşayan Orta Asya Türk şiveleri ve bilhassa Özbek şivesi için de kullanmıştır.”

Eckman, 1928’de Samoyloviç’in Orta Asya edebî Türk dilini dört devreye ayırdığını söyler:

1. Karahanlı Türkçesi ve Kâşgâr Türkçesi (11.-12. yüzyıllar)

2. Kıpçak Oğuz Türkçesi (13.-14. yüzyıllar)

3. Çağatayca (15.-19. yüzyıllar)

4. Uygurca, Özbekçe (20.yüzyıl)

Çağatayca için bugün artık yangınlık kazanmış bu görüşe en büyük itiraz Fuat Köprülü’den gelmiştir. Köprülü 1945’te İslam Ansiklopedisine yazmış olduğu “Çağatay Edebiyatı”  maddesinde    “ Barthold-Samoyloviç nazariyesi”  adını verdiği bu görüşe karşı, kendi devirler taksimini verir ve Çağatay edebiyatını da bu devirlere göre inceler. Köprülü’nün Çağatayca tanımını vermeden önce, Çağataycayı hangi devirlere ayırdığına bakarak da bir çıkarımda bulunabiliriz.

Köprülü, Çağataycayı beş temel devreye ayırmış ve kapsam bakımından geniş bir devirler taksimine girmiştir. Bu devirler taksimi şu şekildedir:

1. İlk Çağatay  devri: 13. ve 14. yüzyıllarda, önce Türkistan, Horasan ve İran sahalarında, Harezm’de ve sonra Altın Ordu’da gelişen edebî  dil.

2. Klâsik Çağatay devrinin başlangıcı: 14. Yüzyıl sonlarından başlayıp 15. Yüzyıl ortalarına kadar Timurlar devrinde Horasan ve Maveraünnehr’in Herat ve Semerkand gibi medenî ve siyasî merkezlerinde gelişen edebî dil.

3. Klâsik Çağatay devri: 15. Yüzyılın ikinci yarısını içine ve Nevâyî ile başlayan devir.

4. Klâsik devrin devamı: 16. Yüzyılda Babür ve Şeybanîler devri.

5. Gerileme ve çökme devri: 17. 19. yüzyıllar

Köprülü, devirler taksimini yine kendi Çağatay tanımından yola çıkarak oluşturmuştur. O’na göre Çağatay tanımı şöyledir: “Çağatayca kelimenin en geniş manası ile Moğol İstilası’ndan sonra Cengiz çocukları tarafından kurulan Çağatay, İlhanlı ve Altın Ordu imparatorluklarının medenî merkezlerinde XIII.-XIV. asırlarda inkişaf eden ve Timurlular devrinde bilhassa 15. asırda  klâsik bir mahiyet alarak, zengin bir edebiyat yaratan edebî Orta Asya lehçesidir.”

Köprülü ile Samoyloviç’in görüşleri arasındaki temel fark aslında bir isimlendirmeden ibarettir. Dikkat edilirse, her ikisi de 13. ve 14. yüzyılları ayrı bir devir kategorisi içinde ele almaktadır. Ancak Köprülü, yukarıda vermiş olduğumuz tanımında 13.-14. yüzyılın, diğer yüzyılların gelişim sürecine dayanak olduğunu ifade eder ve tarihsel süreç içindeki önemine dikkat çekmek ister. Bu noktada Köprülü’nün Çağatay yazı dili devresini incelerken, ayrıntılı bir devirler taksime girmesinde,  kişisel hassasiyetinden doğan tarihsel şuur anlayışı ön plana çıkmaktadır. Denilebilir ki Köprülü, ilk Çağatay devri olan 13.-14. yüzyılları merkeze alarak, 11. ve 12. yüzyıllar Karahanlı ve Kâşgâr Türkçesini merkeze koyan Samoyloviç’in bakış açısına karşı çıkmaktadır.  13.-14. yüzyılları Çağataycanın içinde mütâlaa eden Köprülü’nün, Barthold-Samoyloviç nazariyesine asıl şiddetli itirazı ise; bu edebî dilin doğduğu sahayla ilgilidir.

Barthold ve Samoyloviç edebî dilin önce Altın Ordu’da doğduğunu ve oradan Türkistan sahasına yayıldığını ifade ederler. Köprülü ise edebî dilin İlhanlı, Çağatay ve Harezm sahasında doğduğunu, bilâhire Altın ordu sahasına intikal ettiğini ileri sürer.

Fuat Köprülü İlhanlı, Çağatay ve Timur saraylarında Türkçe kullanıldığını özellikle vurgular. Kaynaklarda zikredilen; fakat bugüne ulaşmayan bu eserler Köprülü’ye göre Altın Ordu’dan önce İlhanlı ve Çağatay sahalarında edebî dilin geliştiğini gösterir.

Köprülü’nün Çağatayca’ya bakış açısı (Barthold-Samoyloviç’ten farkı), bir terim ve coğrafi alandan çok  bu edebî dilin zaman zaman sekteye uğramasına rağmen tarihsel süreç içindeki devamlılığını korumasıdır.

Wilhelm Radloff da, böyle bir devamlılığı çok net belirtir: “Çağatay de­diğimiz dil, Uygurca temelinde gelişmiştir ve canlı dille alâkası yoktur. Babur’un ve onun en iyi araştırıcısı Vambery’nin bizi iknaya çalıştıkları gibi Doğu Türkçesi veya Çağatay dili, Orta Asya dili değildir. Bu tıpkı Osmanlı yazı dili gibi, sunî bir yazı dilidir, tarihî şartlar neticesinde meydana gelen bu dil, bugün çeşitli şivelerle konuşan Doğu Türklerinin edebî dilidir.”

Radloff burada iki hususu vurgulamıştır. Birincisi Çağataycanın Uygurca temelinde gelişmesi, ikincisi bu edebî lehçenin Doğu Türklerinin ortak edebî dili olmasıdır.

Ahmet Caferoğlu 11. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar devam eden Karahanlı ve Harezm Türkçelerini “Müşterek Orta Asya Türkçesi” terimi altında ele alır. Ona göre Çağatayca bu devir üzerine kurulmuştur.

Caferoğlu, Çağataycanın da Orta Türkçe’nin bu iki temel kol ekseninde şekillendiğini ve bu doğrultuda gelişme göstererek edebî Özbekçe’nin yapı taşı rolü üstlendiğini vurgular.

 Sovyet Türkolojisinde Çağatay Türkçesi için starouzbekskiy “Eski Öz­bekçe” terimi kullanılır. Hatta Çağatay öncesi devirler de bazen Eski Özbek­çe ile ifade edilir. A. M. Şerbak 1953’te Eski Özbek edebî dilini şu devirlere ayırmaktaydı:

  1. 1.İlk devir (10.-13. yüzyıllar);
  2. 2.İkinci devir (14.-17. yüzyıllar);
  3. 3.Üçüncü devir (17.-18. yüzyıllar)

Şerbak ancak ikinci devir için “Çağatayca” teriminin kullanılabileceği­ni, bu dilin aslında sunî bir dil olduğunu ifade eder. Ona göre üçüncü devirde mahallî unsurlar edebî dile girmeye başlamıştır. (Eckmann 1988: XII).

Nevâyî,  Çağataycanın her alanında olduğu gibi isimlendirilmesinde de  tutarlı bir yol izlemiştir. O, kullandığı dile genel olarak TürkçeTürkî, Türk tili (dili) diyor; edebî dil olarak ise Çağatay Lafzı ifadesini kullanıyor.

Ebulgazi Bahadır Han, 17. yüzyılda yazdığı Şecere-i Türk’te –tıpkı  Nevâyî gibi – Türk tili, Çağatay Türkîsi, Türkî tili; edebî dil olarak ise Çağatay ifadesini kullanmıştır. Aynı şekilde 18. Yüzyıldaki Çağatayca-Farsça Senglâh lûgatının yazarı Mîrzâ Mehdî Han da Lûtfî, Nevâyî, Hüseyn-i Baykara ve Bâbür Şâh’ın eserlerinin dili için Lûgat-ı Çağatay ( Çağatay dili) ifadesini tercih etmiştir.

 Bütün bu kayıtlara göre Orta Asya’da kullanılan dilin adının Türkçe ol­duğunu; ancak edebî dili ifade etmek üzere Çağatay Türkçesi teriminin kullanılması gerektiğini ve bu edebî dilin bütün doğu ve kuzey Türklüğünün “ortak edebî dil”i olduğunu hatırdan çıkarmamak lâzımdır.

 Çağataycanın en büyük uzmanlarından biri olan Janos Eckmann’ın, esas itibariyle Samoyloviç’e dayanan; fakat sınırları daha net belirleyen tasnifi bugün artık umumiyetle kabul edilen bir tasniftir. Buna göre Orta Asya edebî Türk dili şu devirlere ayrılır:

  1. 1.Karahanlıca veya Hakaniye Türkçesi (11.-13. yüzyıllar);
  2. 2.Harezm Türkçesi (14. yüzyıl);
  3. 3.Çağatayca (15. yüzyıl-20. yüzyılın başlangıcı)

Eckmann Çağataycayı da kendi içinde üçe ayırır:

  1. 1.Klasik Öncesi Devir
  2. 2.Klasik Devir
  3. 3.Klasik Sonrası Devir

Eckmann, klasik öncesi devri, “bir dizi Eski Türkçe hususiyetin muha­faza edildiği bir geçiş devri” olarak kabul eder. Klasik sonrası devri de “bir taraftan Nevayi dilinin dikkatli bir taklidi, diğer taraftan Özbek unsurlarının tesiri” olan bir devir şeklinde değerlendirir (Eckmann 1988: XIII-XIV).

Buraya kadarki bölümde “Çağatay Türkçesinin” içerdiği tarihsel süreç ve coğrafî alana değinilmiş; kaynağı ve gelişim süreci üzerinde durularak, bu işlenmiş edebî dil, farklı bakış açıları doğrultusunda alanında uzman kişiler tarafından sınıflandırılmıştır.

2. ÇAĞATAY TÜRKÇESİNİN DİL ÖZELLİKLERİ

Çağatay Türkçesini kendinden önceki devirlerden ayıran dil özellikleri Janos Eckmann tarafından net bir şekilde belirlenmiştir. Eckmann’ın “Ça­ğatay DiliHakkında Notlar” adlı makalesinden yararlanarak bu özellikleri aşağıda belirtiyoruz (Eckmann 1996: 139-144):

2.3.1. SES ÖZELLİKLERİ

  1. İlk hecede yaygın bir e>i değişmesi vardır:

min<men, sin<sen, ni<ne, kil-<kel-, biyik<bedük, dik<teg, kiç-<keç-, siv~<sew-.

  1. İkinci hecede ü bulunması hâlinde ilk hecedeki e, ö’ye döner:

öçkü<eçkü (keçi), öksük<eksük, ösrük<esrük, örük<erük, töşük<teşük.

  1. Harezm Türkçesinde dudak ve diş-dudak ünsüzlerinden sonra görü¬ len yuvarlaklaşmalar Çağatay Türkçesinde yoktur: anamnuŋ değil anamnıŋ, sabrum değil sabrım, tapup değil tapıp, imâmluk değil imâmlık.

4.Çağataycada sadece v ile biten fiil köklerinden ve -av ses grubu bulunan Arapça kökenli kelimelerden sonra yuvarlaklaşma vardır: kavup, kavuş-, sivdüm, sivün-, cavruŋ, davruŋuz, şavkum. Nevâyî’den itibaren üç kelimede p>f değişmesi vardır:

tofrak<toprak, yafrak<yaprak, ofrak

  1. Karahanlı Türkçesindeki çift dudak v’si (w) Çağataycada diş-dudak
    v’si olmuştur:

iv<ew, tavard- değişmesi olmuştur: dagı<takı (ve, dahi), di- <ti-, dik

  1. Diş arası d, y olmudigrü/tigrü<tegürü (-A kadar), diginçe/digünçe (-A
    kadar), -dur/durur

7. -AgU ses grubu -Av olmuştur: kırav<kıragu, birev<biregü, altav

8. Birden fazla heceli kelimelerin sonundaki ince ve kalın g’ler tonsuzlaşıp k olmuştur:

uluk<ulug, sank<sang, katık<katıg, boyluk<boylug, ölük<ölüg, yüzlük<yüzlüg.

9. Bazen -k’ler de -g’ye döndüğünden sondaki g-k konusunda Çağataycada bir karışıklık ortaya çıkmıştır:

ayak~ayag, ak~ag, bulak~bulag.

2.3.2. BİÇİM ÖZELLİKLERİ

  1. İlgi hâli ekinde yalnız düz biçimler vardır: yolnıŋ, köŋlümniŋ.
  2. -nln yanında -nl ilgi hâli eki de vardır: Afrâsiyâbnı oglı.
  3. Hâl eklerinden önceki zamir «’si kullanılmamaktadır: başıda,
    başıdın, atasıga.
  4. menim, bizim yerine meniŋ, biziŋ kullanılır, maŋar (bana), saŋar,
    muŋar gibi r’li biçimler kalkmıştır.
  5. İsim çekimi m in, sin, dur/tur, biz, siz, durlar/turlar ile yapılır.
  6. -dAçI, -dUk, -glI Sıfat-fiil ekleri kullanımdan kalkmıştır.
  7. -mlş sıfat-fıil ekinin yerini -gAn almıştır.
  8. -yU zarf-fıil eki -y olmuştur: diy<tiyü, yıglay<ıglayu (ağlayarak).
  9. Zarf-fıil eki -glnçA, yuvarlaklaşarak -gUnçA olmuştur.
  10. -mAdln zarf-fıil eki -mAyln veya -mAy olmuştur.
  11. -sUn, -sUnlAr yanında, sık kullanılmayan -dik, -dikler emir eki de
    ortaya çıkmıştır: aldik (alsın), sordikler (sorsunlar).
  12. -A, -y + dur + şahıs eki kuruluşunda şimdiki zaman kipi oluşmuş¬
    tur: aladur min, başlaydur sin.
  13. -(X)p + (dur/tur) + şahıs eki kuruluşunda geçmiş zaman kipi oluş¬
    muştur: körüptur min (gördüm), okup sin (okudun).
  14. -(X)p + i(r)di (olumsuzda -mAy + dur + irdi) kuruluşunda öğreni¬
    len geçmiş zamanın hikâyesi oluşmuştur: kılıp irdim (kılmıştım), kalmaydur
    irdi (kalmamıştı).
  15. Yeterlik fiili al- ve bil- ile kurulur: okuy almas (okuyamaz), köre
    bilmedi (göremedi).

3. ÇAĞATAY TÜRKÇESİNİN DEVİRLERİ VE BAŞLICA İSİMLERİ

3.1. Klâsik Öncesi Devir: Bu devir, 15. yüzyılın başları ile 1465’e kadar olan tarihî süreci içine alır. “ Erken (İlk Çağatayca)” veya “Nevâyî  Öncesi Devir” de denir. Bu dönem, Harezm Türkçesiyle Çağatay Türkçesi arasında bir geçiş özelliği taşımaktadır. Klâsik şeklini Nevâyî ile bulan Çağatayca ile yazılmış eserlerde bu döneme bağlı olarak gittikçe azalan derecede Harezm Türkçesi özellikleri görülmektedir. Bu devrin önemli temsilcileri şunlardır:

3.1.1. Sekkâkî: Kaside ve gazellerden oluşan bir divanı vardır. Şiirlerini Semerkant’ta 14. yüzyıl sonları ile 15. yüzyılın ilk yarısında yazmıştır. Uluğ Beyin saray şairidir ve Semerkant’ta yaşamıştır. Şiirlerinde halk dilinden deyim ve atasözlerine de rastlanır (Eckmann 1996: 389-390). Çağatay edebî dilinin ilk temsilcisi kabul edilmektedir. Divan’ı Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır.

Aşağıda Sekkâkî’nin “kılma” redifli gazeli verilmiştir:

Kara köz birle bir gamze kılıp yüz ming cefa kılma
Kirişme birle alemni mining tig mübtela kılma

Mining bu hasta canımga sining derding irür merhem
Kıyametka tigi hergiz bu derdimge deva kılma

Karakıng putesi içre tenimni sızgurur her dem
Yüzimni altun itkeli gamıngnı kimiya kılma

Ahır bigane tip giryan işikingdin kavar bolsang
Küler yüz körgüzüp evvel kişini aşina kılma

Bağır kan eyleding cevr ü cefa birle i sultanım
Közüm yaşı birle her dem yüzimde macera kılma

Sekkaki bu şeh kapkın ganimet tut çü zülfinga
Azakın baylağan kuş sin uçarga hiç heva kılma

Günümüz Türkçesiyle:

Kara göz ile bir gamze kılıp yüz bin cefa kılma
Göz süzme ile alemi benim gibi müptela kılma

Benim bu hasta canıma senin derdin merhemdir
Kıyamete kadar asla bu derdime deva kılma

Bakışın potası içinde tenimi parçalar her an
Yüzümü altın gibi sarartacak gamını kimya kılma

Sonunda bigane deyip ağlatarak eşiğinden kovar olsan
(Bari) evvela güler yüz gösterip kişiyi (kendine) dost kılma

Bağrı kan eyledin cevr ü cefa ile ey sultanım
Gözün yaşı ile her dem yüzünde macera kılma

(Ey) Sekkâkî bu şah kapısını ganimet say kendine
Ayağı bağlanmış kuşsun sen, uçmaya hiç heves kılma

3.1.2. Haydar Harezmî: Mahzenü’l-Esrâr adlı bir mesnevisi vardır. Nizamî’nin aynı addaki mesnevisine nazire olarak yazılmıştır. 14. yüzyılın sonla­rında ve 15. yüzyılın başlarında eser verdiği tahmin edilmektedir. Mahzenü’l-Esrâr’ın Uygur ve Arap harfli birkaç nüshasının bulunması onun şöhretini gösterir. Köprülü’ye göre 15. yüzyılın ilk yarısında Lutfî’den sonra en kudretli şairdir (Köprülü 1945: 291).

3.1.3. Lutfî: 99 yıl yaşamış ve muhtemelen 15. yüzyılın ikinci yarısının başla­rında ölmüştür (Karaağaç 1997: XV). 15. yüzyılın Nevayî’den sonraki en büyük şairidir. İki eseri vardır: Divan ve Gül ü Nevruz mesnevîsi. Divan’ının 20’den fazla nüshası vardır. İlmî neşri Günay Karaağaç tarafından yapılmış­tır: Lutfî Divanı, Giriş-Metin-Dizin-Tıpkıbasım, TDK, Ankara 1997. Gül ü Nevruz mesnevisinin 9 nüshası bulunmaktadır.

Aşağıda Lutfî’nin “kirek bolsa” redifli gazeli verilmiştir:

Cemâl ü hüsnüne söz yoq vefa kirek bolsa
Mini hod öltüredür-sin reva kirek bolsa

Könül çü bilmeyin öz haddini sini sivdi
Belâ vü gussa bile mübtelâ kirek bolsa

Cefânı canıma az qıl ki nâgehân bir kün
Cefâ tükense nitersin cefâ kirek bolsa

Könülni özgege birgil dimen ki müşküdür
Cihanda siz kibi bir dil-rübâ kirek bolsa

Kişi kim öz cânıga qasd iter,sini sevsün
Dağı işikine küsün belâ kirek bolsa

Cemâl ü câh ilidin yüz f erâgatum bardur
Oramun iti mana âşinâ kirek bolsa

Oqu bu Lutfi-i munluq niyâz-nâmesini
Sevâb u alqış u yüz min duâ kirek bolsa

Günümüz Türkçesiyle:

Güzelliğine söz yok, vefa gerekse,
Beni kendin öldürürsün, uygun olsa.

Çünkü gönül haddini bilmeden seni sevdi
Bela ve keder ile müptela gerekse.

Cefayı canıma az et ki aniden bir gün,
Cefa tükense ne yaparsın cefa gerekse.

Gönlü başkasına ver, demeyin ki zordur,
Dünyada sizin gibi bir dilruba gerekirse.

Kendi canına kasdeden seni sevsin,
Hatta kapına gelsün bela gerekirse.

Güzellik ve makam elinden yüz feragatim vardır,
Sokağın iki başna tanıdık olsa.

Oku bu zavallı Lutfî dilek mektubunu,
Sevap, takdir ve yüz bin dua gerekirse.

3.1.4. Yûsuf Emîrî: Çağatayca yazan önemli bir Türk şairidir. Doğum tarihi bilinmeyen şairin yaşamı hakkında fazla bir bilgi yoktur. 14. ve 15. yüzyıllarda yaşadığı Timur İmparatorluğu hükümdarı Şahruh’un oğlu Baysungur’un nedîmi olduğu 1433’te Herat’ta öldüğü bilinmektedir. Yûsuf Emîrî’nin Türkçe ve Farsça şiirlerinden oluşan bir Divan’ı bulunmaktadır.

Divan’ın İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bir nüshası vardır. Diğer bir yapıtı Beng-ü Çağır’dır (Afyon ile şarap). Yusuf Emirî kuvvetli bir nesir yazarı,  nesir ustasıdır. Yapıtıyla münazara türünün kuvvetli bir şairi olduğunu ispat etmiştir. Münazaranın bilinen tek nüshası İngiltere’nin başkenti Londra’da British Museum’dadır. Yûsuf Emîrî, diğer bir yapıtı olan Deh-nâme (on mektup) adlı mesnevi yapıtını 1429 yılında tamamlayıp Timur İmparatorluğu hükümdarlarından Baysungur‘a sunmuştur. Tek nüshası  British Museum’da bulunmaktadır.

Aşağıda Yûsuf Emîrî ’nin “-dur” redifli gazeli verilmiştir:

Âşık men ışk otıda bağrım kebabdur
Bir lahza körmesem anı halım harabdur.

Ayrılsa yar menden öler men firakıda
Canım gamıda teşne vü kanım şarabdur

Işk odı tüştü canımga hergiz ilacı yok
Halıma rahm eylesengiz savabdur

Bağrım izildi küydü tenim kitti takatım
Biçare hasta canımga andak azabdur

Bihude il sözige kirip kavlama meni
Bu can siparım işikingizde badur.

Günümüz Türkçesiyle:

Aşıkım, aşk odunda bağrım kebaptır
Bir lahza görmesem onu halim haraptır.

Ayrılsa yar benden ölürüm (bu) ayrılıktan
Canım gamına susamış ve kanım şaraptır

Aşk odu düştü canıma asla ilacı yok
Halime acısanız sevaptır

Bağrım ezildi, yandı tenim gitti takatim
Biçare hasta canımla öylesine azaptır

Beyhude el sözüne girip (uyarak) kovma beni
Bu cansiperim eşiğinizde kapıdır.

3.1.5. Seyyid Ahmed Mirza: Timur Hanın torunu, Mîranşah’ın oğlu olan Seyyid Ahmed Mirza da bu asrın şairlerindendir. Divan’ının olduğu söylenirse de ele geçmemiştir. Sağlam tabiatlı ve temiz zihinli bir kimse olan Seyyid Ahmed Mirza’nın gazelleri ve kaside şeklinde şiirleri oldukça meşhurdur. 1435’te amcası Şahruh’a sunduğu Taaşşuk-nâme adlı bir mesnevîsi vardır. Tek nüshası bilinen mesnevî on aşk mektubundan oluşur. Her mektubu bir gazel ve “sözün hulâsası” başlıklı bir bölüm takip eder. Eser, 320 beyittir (Eraslan 1986: 611). Perişan hâlinden bahseden ve Şahruh’u medheden Taaşşuk-nâmesi’nin nüshası, British Museum’da bulunmaktadır.

3.1.6. Gedâî: Bu yüzyılın bir diğer şairi, Gedâî’dir. Ebu’l-Kâsım Bâbür’ün saray şâirlerindendir. 15. yüzyılda yaşamış ve 90 yıldan fazla ömür sürmüştür. Yüz­yılın başlarında doğduğu tahmin edilmektedir. Eckmann, Gedaî’nin kudretli bir şair olduğunu, aruzu iyi kullandığını, üslûbunun tabîî ve dilinin basit olduğunu belirtir (Eckmann 1996: 344). Tek nüshası Paris’te Bibliotheque Nationale‘de bulunan divanı J. Eckmann tarafından metin, sözlük ve tapkıbasım olarak yayımlanmıştır: The Dîvân of Gadâ’î, Bloomington 1971.

3.1.7. Atâî: Yesevî dervişi İsmail Ata’nın torunlarından olduğu için Atâî mahlasını almıştır. Leningrad Asya Müzesinde 260 gazel ihtiva eden bir Divan’ı vardır. Nevâyî, Atâî’nin “manzumelerini çok Türk-âne (Türk gibi)” söylediğini belirtir. Bununla klâsik şiirin kaidelerine önem vermediğini an­latmak istemiştir. Yine Nevayî’ye göre “şiirlerinin şöhreti Türk halkı arasında yaygındır”. Bazı manzumeleri 1927’de Samoyloviç tarafından yayımlanmış­tır (Köprülü 1945: 294; Eraslan 1992: 113-115). Kemal Eraslan, Samoyloviç tarafından Arap harfleriyle yayımlanan 17 gazeli, transkripsiyonlu metni, bugünkü dile aktarması ve sözlüğü ile yayımlamıştır: “Çağatay Şairi Atâyî’nin Gazelleri”, TDAY Belleten 1987, Ankara 1992.

3.1.8. Ahmedî: 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk yarısında yaşa­mıştır. Telli sazların münazarasıyla ilgili 130 beyitlik bir mesnevîsi vardır. Konusu; tanbur, ud, çeng, kopuz, yatuğan, rebâb, gıçek ve kingirenin mey­hânede atışıp birbirlerine üstünlük davası gütmeleri; meyhanecinin ikazı üzerine bu boş tartışmadan vazgeçip hakikati anlamalarıdır. Temsilî bir eser olan mesnevi devrin musikî kültürü hakkında bilgi verir. İfadesi canlı, konu­su çekicidir (Eraslan 1986: 628-629). Tek nüshası British Museum‘da bulu­nan eser Kemal Eraslantarafından yayımlanmıştır: “Ahmedî, Münazara (Telli sazlar atışması), TDED; XXIV; İstanbul 1986.

3.1.9. Yakînî: Şair Yakînî 15. asırda Türkistan Edebiyatı’ndaki nesrin, özellikle münazara türünün gelişmesinde kendine has payı olan sanatkârdır. Ondan miras kalan “Ok ve Yay” Münazarası adlı eser bütün dünya Türk halklarının edebiyatında bedîî nesrin Türk tarihine bağlı bir örneği olarak çok değerlidir.

Yakînî ve onun hayat hikâyesi hakkında şimdiye kadar fazla bir bilgi bulunmamıştır. Ali Şir Nevaî’nin “Mecâlisü’n-Nefâis” adlı eserinin ikinci meclisinde  Yakînî mahlaslı sanatkâr hakkında şu sözleri okuruz: “Mevlana Yakînî az konuşan, rindâne bir kişiydi. Türkçe ve Farsça şiir söylerdi. Türkçesinden bu matlaını çok övgülerle okur idi ki;

“Âh kim cânımğa yittim yâr-ı nâdân ilgidin,

Dâd u feryâd ol cefâçı âfet-i can ilgidin”

Son zamanlarında edep dışı sözlerinden tövbe edip tarikî yola geçti. Ümid ki, ma’fü olmuş olacak. Kabri dere-yi Dübararanda’dır.” (A. Nevâî, Eserler, 15. Cilt, 12. Cilt,  62. Sayfa. Taşkent 1966.)

Aşağıda “Ok ve Yay” Münazarası’ndan  bir nazım parçası yer almaktadır.

Nâgâh hûblar çergesidin at çıqargan bir yahşi atlıq yiğit cevlân qılıp, elgine oq alıp, egnige ya salıp qabaq atqah meydân başıga azm qıldı.

Nazm:

Boz atlıq ol yiğit ki ciharının saf âsidur

Âşıq kişinin atlıg u çavlıg belâsıdur

Birden iyiler arasında nam salmış bir güzel atlı yiğit dolaşıp, eline ok alıp, omzuna yay asıp ileri, atılarak meydan başında durdu.

Nazım:

Boz atlı o yiğit ki gencin en temizidir

Aşık kişinin, nam ve ün belasıdır.

Eser Fahir İz tarafından İngilizce tercümesiyle yayımlanmıştır: “Yakînî’s Contest of the Arrow and the Bow”, Nemeth Armağanı, TDK, Ankara 1962.

3.2. Klâsik Dönem: 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın ilk yarısında devam eden dönemdir. 1469-1506’lı yıllar arasında hüküm süren, Herat’ı siyasi merkez olması yanında deri sanat ve kültür merkezi hâline getiren Hüseyin Baykara ve onun himayesinde bulunan Ali şir Nevaî’nin başlattıkları dönemdir. 1507’de Özbeklere karşı yapılan savaşta ölen Baykara’dan sonra “Klâsik Çağatay Edebiyatı” Şeybânîler tarafından Orta Asya’da, Babür ile de Hindistan’da olmak üzere iki bölgede devam etmiştir. Ali Şir Nevaî’ye kadar “Çağatay Türk Edebiyatı”, Altınorda-Harezm lehçeleriyle karışık, dil bakımından istikrarsız bir durumdaydı. Nevaî’nin büyük dehası bu karışık edebî dili; büyük ve geniş alanlara yayılmış olan Türk boylarının; Özbeklerin, Kazaklar, Kırgızlar, Uygurların, idil-Ural Türklerinin ortak tek edebî dili hâline getirdi. 19. yüzyıl ortalarına kadar bu durum devam etti. Klâsik devrin başlıca şair, yazar ve eserleri ise şunlardır:

3.2.1. Ali Şir Nevâyî

3.2.1.1 Yaşamı: 15. yüzyılda Maveraünnehr ve Horasan’da altın çağını yaşamış olan Çağatay edebiyatının en büyük şairidir. Sadece Çağatay Türkçesi’nin değil, bütün Türk edebiyatının en büyük şairlerinden olan Nevai, 1441 yılında, Herat’ta Uygur soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Nizameddin’ dir.  Babası Kiçkine Bahşı adlı zengin bir beydi. Kiçkine Bahşı, Timuroğulları’ndan Ebu’l Kâsım Bâbür’ün hizmetinde bulunmuştur. Kiçkine Bahşı, devlet adamlığının yanı sıra şair ve bilgin bir kişidir. Fakat ülkesinde çıkan karışıklıklar yüzünden, oğlu Ali Şîr ile beraber yurdundan uzaklaşmış, Irak’a gitmiş ve Nevaî’nin gençliğinin ilk yılları, bu yüzden, vatanından uzakta geçmiştir. Nevaî, babasının ölümünden sonra, yine Ebu’l Kâsım Bâbür tarafından himaye edilmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Türk edebiyatının yetiştirdiği en önemli entelektüellerden biridir. Hayatının en önemli kısmı çocukluk ve mektep arkadaşı Horasan Hükümdarı Hüseyin Baykara’nın yanında geçmiştir. Herat Sarayı’nda mühürdarlık görevinde bulunmuş, vezirlik ve emirlik ünvanları taşımıştır.

Onun görevde bulunduğu dönemde devlet, hem idarî hem de ilmî bakımdan yükselmiştir. Onun sayesinde Herat şehri, bir bilim ve kültür merkezi olmuştur. Nevaî’nin birçok alanda yenilikler yaparak devleti ilerletmesi, siyasi rakiplerini rahatsız etmiş ve iftiralara uğramasına yol açmıştır. Bunlardan rahatsız olan Nevaî, bir müddet emirlikten uzaklaşmıştır. Daha sonra Nevaî, Esterabad Emirliği vazifesiyle Herat’tan âdeta sürgün edilmiştir. Bunun üzerine, çoğunlukla kendi gayretleri sonucunda büyük bir bilim ve sanat merkezi olan Herat’a dönmüştür. Fakat bundan sonra siyasetten uzak durmuş, sadece bilim ve sanatla uğraşmıştır. Bütün olanlara rağmen Nevaî, herhangi resmî bir sıfatı olmadığı halde, Hüseyin Baykara’nın fikir danıştığı yüksek bir şahsiyet olarak, eskisinden daha saygın bir konuma erişmiştir. Nevâî’nin bu devirde çok zengin ve ihtişamlı bir hayatı olmuş; hükümdarı tarafından defalarca evinde ziyaret edilmek şerefine ulaşmış; başta kendi evi olmak üzere, bütün Herat’ı hareketli bir akademik muhit haline getirmiştir. Nevai bu dönem -de, âdeta ikinci bir hükümdar hayatı yaşamış; şairlerin kendisine kaside sunduğu, âlim- lerin kitap ithaf ettiği, saygı ve takdir dolu bir hayatı olmuştur.

En sonunda, Sultan Hüseyin Baykara, başlarında oğullarının bulunduğu bir ayaklanmayı bastırmak için, ordusuyla birlikte Herat’tan ayrılırken Nevaî’yi kendi yerine vekil bırakmıştır. Nevaî, işte bu seferden dönen hükümdarını karşılamaya gittiği gün, bir kalp krizi geçirmiş; Sultan Hüseyin Baykara O’nu kendi tahteravanıyla Herat’a getirmiş, fakat büyük şair bu hastalıktan kurtulamayarak 3 Ocak 1501’de Herat’ta vefat etmiştir. Ali Şir Nevaî’nin çok renkli, verimli ve hareketli geçen hayatı, Zeki Velidi Togan’ın İslam Ansiklopedisindeki maddesi ile Agâh Sırrı Levend’in dört ciltlik Ali Şir Nevaî eserinde (TDK, Ankara 1965-1968)ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

3.2.1.2. Edebî Kişiliği: Nevaî, düşüncelerini sadece teoride ortaya koymamış, aynı bir zamanda bir uygulayıcı da olmuştur. Şiir sanatıyla ön plana çıksa da mimari- den, resme; musikiden çeşitli bilim dallarına kadar birçok alanla ilgilenmiş ve bu sanatla ilgilenenleri desteklemiştir. Arapça ve Farsçayı ana dili gibi bilen Nevaî, bu dillerin özellikleriyle Türk dilinin özelliklerini karşılaştırmış, böylece eserlerinin dilini daha da geliştirmiştir. Şiirlerinde divan edebiyatının çeşitli söz ve anlam sanatlarına yer vermiştir. Fakat bu sanatları öyle ustalıkla kullanmıştır ki, okuyanlar, sanatkârın herhangi bir mecaz, tenasüp veya istiare yapmak için asla zaman sarf etmediğini ve Nevaî’nin böyle hünerli bir ifadeyi tabîî söyleyiş hâline koyduğunu haz duyarak anlamaktaydı.

Nevaî, klâsik divan şiirinin bütün vezinlerini, tüm şekillerini, türlerini ve hemen hemen tüm  konularını işlemiş; bir yandan da bu şiire kendi  eliyle ve sanatında klâsikleşen yeni konular, şekiller ve sanat unsurlarını getirmiştir. Nevaî’nin divan şiirinde tam bir tekâmül seviyesine ulaştırdığı milli nazım şekilleri arasında tuyuğ gibi zarif bir şekil; milli zevke uyarak ve bilerek kullandığı redifli ve cinaslı kafiyelerle aliterasyonlar vardır.

Türkçe kök ve eklerin Arap ve Fars kelimeleriyle de birleşerek meydana getirdikleri yeni cinaslar, Nevaî’nin dilinde, Türkçeyi alabildiğine zenginleştiren bir zevk unsuru seviyesine varmıştı. Büyük sanatçı, şiirde olduğu kadar, tarih, tetkik, tenkit, biyografi, hikaye ve bilhassa mesnevi sahalarında üstün başarı göstermiş, ölümsüz eserler bırakmıştı. Nesir lisanı da güzel, ince, şiirli ve ustalıklı olmakla beraber, onun asıl zaferi  Orta Asya Türk şiirini, bu coğrafyadaki bütün hayatının en üstün seviyesine ulaştırmaktı.  Nevaî,  hamse sahibi bir şair olarak birçok sanatçıya örnek olmuştur.  Nevaî’nin şiirleriyle Fuzûli’nin şiirleri arasında benzerlik kurulabilmektedir.  Nevaî’nin şiirlerinde de aşk acısı görülmekle beraber, Fuzûli kadar ezilmiş ve yalnızlığa boğulmuş görünmez.

Bu büyük şair, döneminde o kadar etkili oldu ki Türk milleti onun şiirlerinde kullanılan Türkçeyi asırlarca “Nevaî dili” adıyla andı, bu isimle yaşattı.

3.2.1.3. Türk Diline Hizmetleri

Türklerin, İslam medeniyetine girmesiyle birlikte dilleri istiklalinden mahrum olmaya başlamış, özellikle Arap ve Fars dilleri karşısında dönemin aydın zümreleri tarafından aşağılanmaya başlamıştır. Bu durum karşısında şuurlu dilciler çıkarak toplumu uyandırmaya çalışmışlardır. Ali Şîr Nevâî de bu kişilerden biridir.

Nevâyî, Türkçe neredeyse terk edilmeye doğru giderken kendisinin du­rumu nasıl farkettiğini ve Türkçeyi âdeta yok olmaktan kurtardığını da şöyle anlatıyor:

“Türkçe kelimelerin Farsçaya bunca üstünlüğü ve esasta bunca inceliği ve genişliği nazım yolunda herkesçe bilinmiyordu ve sır saklama evine in­mişti. Kesinlikle terkedilmeye doğru yaklaşıyordu.

Ben perişanın ilk çocukluk dönemlerinde, ağız hokkasından teker teker inci ortaya çıkmaya başlar, fakat o inciler henüz nazım ipliğine girmezdi. Gönül deryasından nazım ipliğine çekilen cevherlerin yaradılış dalgıcının gayretiyle ağız sahiline gelmeye başlaması göründüğünde söylenilen kaide ile eda buldu, eğilim Farsçaya doğru oldu. Ama ne zaman şuur yaşına ayak basıldı, ne zaman Tanrı taalâ yaradılışa gariplik tarafına yönelmeyi mahsus kıldı, dikkat ve müşkilpesendliğe başlamayı huy haline getirdi, (o zaman) Türkçenin kelimelerini de dikkatle gözden geçirmeyi gerekli kıldı. Öyle bir âlem göz önüne geldi ki, on sekiz bin âlemden fazla! Orada süs göğü tabiate malûm oldu; dokuz felekten fazla! Orada sonsuzluk ve yükseklik hazinesi tesadüf etti; incileri yıldız incilerinden daha parlak! Gül bahçesi karşısına çıktı; gülleri gök yıldızından daha nurlu! Kutlu yerinin çevresi yabancı aya­ğının basmasından korunmuş, şaşkınlık veren cinsleri başkalarının elinin değmesi tehlikesinden uzak! Ama mahzeninin yılanı hunhar ve gülşeninin dikeni hadsiz-hesapsız… Hayale şu geldi: Sanki bu yılanların zehrinin kes­kinliğinden yaratıcıların akıllıları bu mahzenden nasiplerini bulamadan geç­mişlerdir. Ve gönle şöyle dolandı: Güya bu dikenlerin temasının zararından nâzımlar gül el ile alamadan yollarına devam etmişlerdir. Çünkü bu yolda himmet son derece yüksek idi ve tabiat korkusuz ve kaygısız geçmeyi yapa­madı ve temaşasına doymadı. O âlem sonsuzluğunda tabiat atlısı koşular düzenledi, o göğün havasında hayal kuşu yükseklere uçuşlar gösterdi. O hazine cevherlerinden gönül sarrafı bahâ biçilmeyen kıymette lâller ve de­ğerli inciler aldı. O gülşenin çiçeklerinden gönül gülçini kokulu gül ve ya­seminleri göğsüne taktı. Ne zaman bu ihsanlar ile zenginlikler ve bu zengin­likler ile kanaatkârlıklar müyesser oldu, bunun neticelerinin gülleri zaman ehline sayısız derecede açılmaya başladı, başlarına ister istemez saçılmaya girişti.

Bu cümleden, küçük yaşta takririmden geçiş, tahririmden resmediş bulmuş olan Garâibü’s-Sıgar divaniyle mâna gariplerini garip sözler elbise­sine giydirmiş, halk gönlünü o garibistandakilerin ateşi ile yandırmışımdır.

Yine gençlik döneminde beyanım kaleminden gösteriş meclisine ve süsleyiş bostanına girmiş olan Nevâdirü’ş-Şebâb divaniyle bu nâdirlerin temaşasından gençlerin dünyasında kargaşa çıkarmış, ülke gençlerinin gön­lünden rahatlarını almışımdır.

Orta yaşlılıkta hayalim kaleminin, onun süsüne nakkaşlık ve zinetine büyücülük etmiş olduğu Badâyiü’l-Vasat divanındaki eşi benzeri olmayan şeyler vasıtasıyla çılgın gönüllerin kapısını aşk taşı ile hakketmiş, o eve fitne ve âfet odunu yakmışımdır.

Hayatın son demlerinde, tahayyülüm kaleminin, onu Çin mâdeninin kıskanılanı yapmak ve yüce cennet için bir gayret olarak ortaya koyduğu Favayidü’l-Kiber divanında, büyüklere faydaların su gibi hayat veren tadını ulaştırmış, gelip geçici isteklerinin alevine nasihatler kaynağından su vurmuşumdur.” (Özönder 1996: 214-215).

Bu açıdan baktığımızda Nevai, Türk Bilge Kağan ve Kâşgârlı Mahmut’tan sonra tarih içinde tanıdığımız en şuurlu Türk milliyetçisidir. Milliyetçiliği hamâsî değil; dönemin koşullarında dil istiklalinin gereklerini ortaya koyan bir yapıdadır. Milliyetçilik anlayışı öncekilerden daha derin ve geniştir. Bu milliyetçiliğin amacı: “Bir kültür ve edebiyat dili vasıtasıyla bütün Türklüğü birleştirmek, tek bir ruh bayrağı altında toplamak!” diye özetlenebilir. Bunu sağlamak için Türklerin tek bir dil ile konuşmasını, Türk’ün dile sahip olmak şuuru ile, birlik halinde tek ve büyük millet olmasını ister.

Türklük “tabîî” ve “fiîlî” olarak vardır ama Nevâî, bunun “sosyal bir öz”kazanmasını dilemektedir. Nevai, kendi şiiriyle bu Türk dili birliğini kurduğuna inanır ve bununla öğünür. Nevâyî’nin Türkçülüğü ve Türkçe sevgisi hakkında ondan bazı alıntılar yapmak faydalı olacaktır. Lisânü’t-Tayr adlı eserinde Nevâyî şöyle diyor:

Türk nazmıda çü min tartıp alem
Eyledim ol memleketni yek-kalem…

Bu beyti bugünkü Türkçeye şöyle aktarabiliriz: “Ne zaman ki ben Türk şiirinde bayrak yükselttim, o zaman bütün memleketi yek-kalem eyledim, birleştirdim.”

Günümüz Türkçesiyle birlikte düzenli bir bütün olarak belirtmek  gerekirse, beytin başı ve devamı şu şekildedir:

“Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmak suretiyle Türkleri tek millet haline soktum. Hiç ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermek suretiyle fethettim. Hatiften gelen bir ses bana: -Sen kılıçsız olarak ve yalnız kalemin ile Türk milletinin kalbini fethedeceksin. Onları tek bir millet yapacaksın. Türk ülkesi sana aittir! dedi.”

Yukarıdaki beyitten sonra Fuat Köprülü’nün şu sözleri daha da anlam kazanmaktadır: “Tam bir şuurla ve plânlı bir surette yaptığı işin büyüklüğü­nü çok iyi bilen Nevaî’nin eserlerinde bundan duyduğu gururu gösteren ifa­delere tesadüf olunur. Kılıcı ile değil, fakat kalemi ile Türk ve hatta Türkmen ülkelerini fetheden bir sahib-kıran olduğunu söyler; bununla da kalmayarak, bu ülkelerin Çin sınırlarından Tebriz’e kadar olan sahalara şâmil olduğunu tasrih etmek suretiyle, edebî Çağatay dilinin nüfuz bölgelerini de az çok vuzuh ile tesbit eder.” (Köprülü 1945: 301).

Elbette bunları söyleyen Nevâî’nin sırf bir Çağatay şairi değil, emel ve ülkü sahibi bir kültür milliyetçisi olduğu açıktır. Bir mecazlar, cinaslar, kafiyeler ve fiiller lisanı olan Türkçenin ses ve mana inceliklerini, fiil zenginliklerini ve bunlarla sağlanacak ifade imkanlarını çok iyi bildiği için Nevai, Türkçenin bilhassa Farsçadan üstün tarafları olduğunu başkalarına da anlatmak ve ispat etmek ihtiyacını duymuştur. Çünkü Nevâî’nin kendi anadilini müdafaası pek de kolay olmamış, devrin bazı şairleri bu ısrarlı Türkçeciliği eleştirmişler, lüzumsuz bulmuş hatta alaya almışlardır.

Halbuki Nevâî’nin Türkçecilik anlayışı, aşırı ve mutaassıp bir öztürkçecilik değildi. O edebî eserlerin ve bilhassa şiirin, doğrudan doğruya Farsça ile yazılmasına itiraz ediyordu. Kendi şiirlerini de öztürkçe ile yazmıyor; çok tabii ve şuurlu bir dil anlayışı içinde, ortak İslam medeniyetinin Türkçeye lüzumlu kelimelerini, yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkçenin kendi kelimeleri kadar yerinde ve tabîî kullanıyordu.

Ahmet Caferoğlu, N. İlminskiy‘nin “Nevaî, millî dil uğrundaki bilinen mücahitlerin en kudretlisi, belki de yegânesi” nitelemesini aktardıktan sonra kendisi de Nevâyî’yi “Türkçülük âşık’ı” olarak niteler (Caferoğlu 1984: 215, 219).

Kemal Eraslan, Nevâyî’nin “Türkçeyi yüksek bir sanat dili haline ge­tirmek ve münevver Türk’ün ruhunu yükseltmek” gayesi güttüğünü belirten Zeki V. Togan ‘ın görüşlerini iktibas ettikten sonra, Nevayî’nin her eserinin “onun geniş kültürünü, sanat dehasını ve milliyetçiliğini de açıkça ortaya koyduğunu” belirtir. Eraslan’a göre “yüksek bir millî şuura ve sarsılmaz bir Türkçe sevgisine sahip olduğu hemen hemen bütün eserlerinde görülmekte­dir.” Nevâyî, “Orta Asya edebiyatını millî ruh ve millî zevkle klâsik bir se­viyeye ulaştırmaya muvaffak olmuştur.” (Eraslan 1986: 644).

Ali Şir Nevâyî’nin “millî şuur”unu en iyi şekilde Muhâkemetü’l-Lûgateyn adlı eserinden takip edebiliriz. Nevâyî, Türk ve Acem dillerini tarafsız bir görüşle mukayese ve muhakeme ediyor; Türkçenin üstün ve ağır basan taraflarını birer birer belirleyerek, bunları  Muhakemetü’l  Lügateyn adlı eseri ile ifadeye ve ispata çalışıyordu.Nevai’nin, Orta Asya’da ürün veren Türk dilinin gelişmesine büyük katkısı olmuştur. O Farsçanın resmî dil olduğu, aydınların Farsça yazmayı üstünlük olarak gördükleri bir dönemde, Türkçenin Farsçadan geri olmadığı hatta bazı yönlerden daha gelişkin olduğu görüşünü savunmuş ve bu görüşünü yazdığı eserlerle ispatlamıştır. Bu tutumu ile dönemin genç şairlerini de Türkçe yazmaya teşvik etmiş; Türkçenin edebî dil olarak kullanımına özendirmiştir. Bu durum da dikkate alındığı zaman onun Türk kültür ve edebiyatındaki yeri de ayrı bir önem kazanmaktadır. Nevâî hayattayken, ünü ve eserleri Türk ülkelerine yayılmış bir sanatçıdır. Eserleri, yaşadığı dönem toplumunun sosyal ve kültürel yapısına önemli ölçüde ışık tuttuğu gibi, derin bilgisinin, sanatçı dehasının ve millî şuurunun gücünü yansıtır. Çağatayca yazmış olan bütün şairleri Nevâî’nin sanatı ve şöhreti, geride bırakmış ve Nevâî’den sonra Çağatayca, “Nevâî dili” olarak anılmıştır. Ayrıca, sanatçının gerek kendisinden sonra yaşamış olan Çağatay, gerekse Azeri ve Osmanlı sanatçıları üzerindeki etkisi yüzyıllarca sürmüştür. Öyle ki kendisine nazire yazan şairler olduğu gibi, ayrıca onun eserlerini okuyup anlamak için Çağatayca-Türkçe, Çağatayca-Farsça sözlükler de yazılmıştır. Nevai üzerinde yapılan çok sayıdaki araştırma ve inceleme çalışmalarının en önemlisi, yaşamı içinde  bahsetiğimiz üzere  A. Sırrı Levend tarafından sanatçının hayatının, edebî kişiliğinin ve eserlerinin tanıtıldığı TDK yayınlarından çıkan 4 ciltlik çalışmadır.

3.2.1.4. Muhâkemetü’l-Lûgateyn

Türkçe ile Farsçanın karşılaştırılması hususunda yazılmış olan bu kitapta Nevai, Türkçenin neden ve hangi bakımlardan Farsçadan üstün olduğunu, vermiş olduğu bilgiler ve deliller doğrultusunda ortaya koymaya çalışmıştır. 100 kadar Türkçe fiil sayarak, bu yüz kelimenin hiçbirinin Farsçada bulunmadığını ve Farsçanın bazı Türkçe kelimelerin lezzetinden mahrum olduğunu söyler. Böyle bir durumun, mesela, Türkçede kullanılan “süzer”, “emer”, “içmek”, “yudum yudum içmek” gibi fiillerin Farsça karşılıklarının bulunmamasından kaynaklandığını belirtir.

Arapçada ve Türkçede bulunup, Farsçada bulunmayan bazı gramer inceliklerine de değinen Nevai, Türkçenin daha birçok zenginliğini de vermiş olduğu karşılaştırmalı örnekler doğrultusunda ortaya koyarak açıklamaklarda bulunur. Bu anlamda bir milletin öz diller varken, öz dilleriyle şiir söylemesi gerektiğini vurgular. Bahsettiğimiz üzere bilinçli bir Tükçeci olan Nevai her durumda öz benliğin korunması gerektiği hususu üzerinde ayrıntılı bir biçimde durur.

Ayrıca Nevai, Türk şairlerinin dillerindeki zenginliğin farkında olmadıklarını söyler ve bunun yanı sıra Türkçe ile şiir yazmanın hiç de kolay bir iş olmadığını vurgular. Söylediklerinden dolayı kendisini eleştirenlere ise Nevai, şu bilinçli cevabı vermiştir: Zannedilmesin ki benim Türkçeyi övüşüm Türk olduğumdan ve tabiatımın Türkçe sözlere alışmasından ve Farsça bilmeyişimdendir. Aslında Farsçayı öğrenmek için hiç kimse benim kadar gayret sarf etmemiş ve bu dilin doğrusunu yanlışını benim kadar iyi öğrenmemiştir.”

Nevâî, eserin sonunda şöyle der: “ Türk şairleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şad edeceklerdir.” Görüldüğü üzere Nevâî’nin Tükçeciliği bir milliyetçilikten öte, diline olan sevgisi ve bağlılığı; bilinçli bir dil emekçiliği ile izah olunabilir.

4.3.1.5. Eserleri: Nevayî, “Klâsik nazım ve nesrin her nev’inde ve her şeklinde”  29 eser yazdı. Fanî mahlâslı Farsça divanı dışında diğer 28 eseri şunlardır:

I. Divanlar (Hazâinü’l-Maânî)

  1. Garâibü’s-Sıgar: Çocukluğunda yazmış olduğu şiirlerden meydana gelmiştir.
  2. Nevâdirü’ş-Şebâb: Gençliğinde yazdığı şiirleri ihtiva etmektedir.
  3. Bedâyiü’l-Vasat: Olgunluk devresine ait şiirleri bu devrede toplamıştır.
  4. Fevâidü’l-Kiber:  Yaşlılığında söylemiş olduğu şiirleri kapsamaktadır.

II.Hamse

  1. Hayretü’l-Ebrâr: İslam ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edep gibi konular üzerinde yazılmış manzum makale ve hikayelerden oluşan bir mesnevidir.
  2. Ferhad ü Şîrîn
  3. Leylî vü Mecnûn: Nevai’nin üçüncü mesnevisidir. Bu mesnevi, Nizami’nin ve Hüsrev-i Dehlevî’nin izinde yazılmış olmakla birlikte, olayların psikolojisi, tasviri ve sosyal hayat içinde işleyişi bakımından tamamiyle orijinal, milli ve mahalli bir eser görünüşündedir. Hikayede şahısların ve olayların tasviri, kelimelerle yapılan bir tablo hâlinde, âdeta Orta Asya hayatını ortaya sermektedir.
  4. Seb’a-i Seyyâre: Bu mesnevi, meşhur Sasani Hükümdarı Behram-ı Gur’un hikâyesidir. Daha çocukken babası tarafından Medain’den çıkarılan ve babasının ölümünden sonra çıkan taht kavgaları arasında bir ordu ile Medain’e gelerek hükümdar olan Behram-ı Gur’un yaptığı savaşlar, av maceraları, bu mesnevinin mevzuunu teşkil etmektedir.
  5. Sedd-i İskenderî: Bu mesnevi Zülkarneyn aleyhisselamın hayatını, fetihlerini, kahramanlıklarını ve adaletini anlatan bir İskender-nâmedir. Beş mesneviden meydana gelen hamsesi ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan da Ali Şir Nevai’dir.

III.Tezkireler

  1. Mecâlisü’n-Nefâis: Bu eser Türk edebiyatında ilk defa Ali Şir Nevai tarafından yazılan bir şairler tezkiresidir ve pek çok şair tarafından örnek alınmıştır.
  2. Nesâimü’l-Mahabbe: Orta Asya’da yaşayan velilerin hayat ve menkıbelerini anlatan Tezkiretü’l Evliya’dır.Tasavvufun Türkler arasında nasıl karşılandığı, büyük velilerin Türklerden nasıl saygı ve sevgi gördüğü, Türk tasavvufu hakkında bilgiler veren bu eserde, özellikle halk psikolojisi bakımından önemli çizgiler mevcuttur.

IV. Dil ve edebiyat eserleri

  1. Risâle-i Muammâ
  2. Mîzânü’l-Evzân: Türkçe olup, bu eserde Orta Asya Türk nazım şekilleri hakkında bilgiler ve örnekler verilmektedir. Ayrıca eserde Kur’an’daki ayetlerin vezinlere uygunluğuna da dikkat çekilmiştir.
  3. 3.Muhâkemetü’l-Lûgateyn

V.Dinî-ahlâkî eserler

  1. Münâcât
  2. Çihil Hadis
  3. Nazmu’l-Cevâhir
  4. Lisânü’t-Tayr: Büyük âlim Ferüdiddin-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ına nazire olarak yazılmış, 3500 beyitten meydana gelen tasavvufi bir eserdir.
  5. Sirâcü’l- Müslimîn
  6. Mahbûbü’l-Kulûb

VI.Tarihî eserler

  1. Târîh-i Enbiyâ vü Hukemâ
  2. Târîh-i Mülûk-i Acem
  3. Zübdetü’t-Tevârîh

VII.Biyografik eserler

  1. Hâlât-ı Seyyid Hasan-ı Erdeşîr
  2. Hamsetü’l-Mütehayyirîn
  3. Hâlât-ı Pehlevan Muhammed

VIII.Belgeler

  1. Vakfıyye
  2. Münşeât.

4.3.1.6. Eserleri Üzerinde Çalışanlar

Nevâyî külliyatı, “Mükemmel Eserler Toplamı” adıyla 1987 ile 2000 arasında Taşkent’te 16 cilt hâlinde neşredildi.

Türkiye’de de eserleri yayımlanıp durmaktadır:

Kemal Eraslan, “Nevayî’nin Hâlât-ı Seyyid Hasan Big Risâlesi”, TM, XVI, İstanbul 1971.

Gönül Alpay, Ali Şir Nevaî, Ferhad u Şîrîn, İnceleme-Metin, Ankara 1975.

Kemal Eraslan, Ali Şir Navayî, Nesâimü’l-Mahabbe min Şemâyimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979.

Kemal Eraslan, “Ali Şir Nevâyî’nin Hâlât-ı Pehlevan Muhammed Ri­sâlesi”, TM, XIX, İstanbul 1980.

Kemal Eraslan, Ali Şir Nevâyî – Mîzânü’l-Evzân (Vezinler Terazisi), TDK, Ankara 1993.

Mustafa Canpolat, Lisânü’t-Tayr, TDK, Ankara 1993.

F. Sema Barutçu Özönder, Ali Şir Nevayî-Muhâkemetü’l-Lugateyn (İki Dilin Muhakemesi), TDK, Ankara 1996.

Önal Kaya, Ali Şir Nevâyî-Fevâyidü’l-Kiber, TDK, Ankara 1996.

Kemal Eraslan, Ali Şir Nevâyî-Mecâlisü’n-Nefâis I (Giriş ve Metin); II (Çeviri ve Notlar), TDK, Ankara 2001.

Kaya Türkay, Bedâyiü’l-Vasat-Üçünçi Divan, TDK, Ankara 2002.

Nevayî’nin diğer eserleri üzerinde de henüz basılmamış doktora tezleri (Günay Alpay, Metin Karaörs, Deniz Abik) bulunmaktadır.

Hüseyin Baykara: 1469-1506 yıllarında Horasan tahtında (Herat’ta) oturan Temürlü hükümdarıdır. 1438’de doğmuş, 1507 başlarında ölmüştür. Nevayî’ye ve Molla Camî’ye büyük değer veren, sanat ve kültürü teşvik eden Hüseyin Baykara zamanında Herat büyük bir kültür merkezi olarak parlamıştır. Bunu sağlayan hiç şüphesiz iki okul arkadaşı, biri hükümdar, biri nedim olan iki yakın dost, Hüseyin Baykara ile Ali Şir Nevayî olmuştur.

Hüseyin Baykara’nın Hüseynî mahlâslı lirik şiirlerinden oluşan bir di­vanı ve otobiyografi mahiyetinde küçük bir risalesi vardır (Eraslan 1986: 635). Divanının birçok nüshaları bulunmaktadır. Hem divanını, hem otobi­yografik risalesini İsmail Hikmet Ertaylan 1945-1946 yıllarında yayımla­mıştır.

Hâmidî: Hüseyin Baykara devri şairlerindendir. Farsçadan çevirdiği Yusuf ve Züleyha mesnevisini 1469’da yazmış ve Hüseyin Baykara’ya ithaf etmiştir. 2726 beyitten oluşan eserin birçok nüshaları vardır. Bazı araştırıcı­lara göre şairin adı Ahmedî’dir (Eraslan 1986: 675-676). Dilek Elçin, Anka­ra Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak yaptığı yüksek lisans tezinde (1984) mesnevinin transkripsiyonlu metnini vermiştir.

Şahî: Temürlü hanedanından Ebu Sait Mirza’nın torunudur. Şahî mah­lâsıdır; adı Sultan Mes’ud Mirza’dır. Semerkand’ın doğusundaki Hisar böl­gesinde sultanlık etmiş; fakat saltanat kavgaları yüzünden rahat edememiştir. 1506’da gözlerine mil çekilmiş, 1507’de Özbeklerce öldürülmüştür (Eckmann 1996: 289-290).

Şahî’nin Londra’da, India Office Kitaplığında iki nüshası bulunan bir Divan’ı vardır. 18. yüzyılda istinsah edilmiş nüshalar Janos Eckmann tarafın­dan bulunmuş ve tanıtılmıştır: “Bilinmeyen Bir Çağatay Şairi Şahî ve Diva­nı”, TDAY Belleten 1970, Ankara 1971. Yazıda örnek olarak bazı gazeller de verilmiştir.

Şiban Han: Çengiz’in oğlu Coçı’nın oğlu Şiban Han’ın soyundandır. 1507’de Temürlü hanedanını yıkan ve onun yerine Şibanoğulları sülâlesini kuran hükümdardır. Bu sülâle daha çok Şeybanîler ve Şiban Han da Şeybanî olarak tanınmıştır. Ancak Mustafa Kafalı, 1976’da Atsız Armağanı’na yaz­dığı “Şiban Han Sülâlesi ve Özbek Ulusu” adlı yazısında bu ismin doğru şeklinin Şiban olduğunu ortaya koymuştur. Şiban Hanın divanını neşreden Yakup Karasoy da ismin y’siz olarak yazıldığını ve şi- hecesinin aruzda daima kısa hecelere denk geldiğini; ancak birkaç imalede y’nin yazıldığını tesbit etmiştir (Karasoy 1998: 14).

Şiban Han 1451’de doğmuş, 1510’da ölmüştür. Hayatı Temürlüler ve Babür Şah ile mücadeleyle geçmiş; 24 Mayıs 1507’de Herat’a girerek Temürlü hanedanına son vermiştir. 1510 yılında Şah İsmail’le yaptığı sa­vaşta ölmüştür. (Karasoy 1998: 4-13).

Şiban Han’ın üç eseri vardır.

Tek yazması Londra’da British Museum’da bulunan Bahru’1-Hudâ, dînî-ahlâkî bir mesnevidir; 1508’de yazılmıştır. Fuat Köprülü’nün, “Çağatay Edebiyatı”maddesinde, hususî kütüphanesinde bulunduğunu söylediği fıkha ait eserin ise şu anda nerede olduğu bilinmemektedir (Karasoy 1998: 29).

Şiban Han’ın en önemli eseri Divan’ıdır. Tek yazma nüshası, İstanbul Topkapı Müzesi, 3. Ahmed Kütüphanesindedir. 196 varaklık yazmada 306 gazel, 8 mensur parça ve tevhid, nât, rubaî, tuyuğ gibi birçok şiir yer almak­tadır (Karasoy 1998: 29-35). Eserin ilmî yayını Yakup Karasoy tarafından yapılmıştır: Şiban Han Dîvânı (İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkıbasım), TDK, Ankara 1998.

Muhammed Salih: Hüseyin Baykara’nın hizmetinde iken sonradan Şiban Han’ın hizmetine giren bilginlerdendir. Şiban Han’ın “emîru’l-ulemâ ve melikü’ş-şuarâ”sı olmuş 1538-1539 yılında Buhara’da ölmüştür (Eraslan 1986: 693).

Dönemin önemli tarih kaynaklarından biri olan manzum tarihi Yıldız Kocasavaş tarafından yayımlanmıştır: Muhammed Salih, Şeybânî-nâme (Giriş-Tıpkıbasım-Metin-Tercüme), İstanbul 2003.

Bâbür Şah: Temür sülâlesinden Ömer Şeyh Mirza‘nın oğlu olan Gazi Zahîrüddin Muhammed Bâbür; Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da 1858’e dek hüküm süren Bâbürlü İmparatorluğunun kurucusudur. Hindistan fatihi Bâbür Şah tarihin en büyük hükümdarlarından biridir. 1483’te Fergana’da doğmuş, babasının 1494’te ölümü üzerine 12 yaşında Fergana tahtına otur­muştur. Hanedan kavgaları yüzünden zayıf düşen Temürlüler, kuzeyden gelen Şiban Han önderliğindeki Özbek-Kıpçak unsuruna dayanamamışlardır. Şiban Han’la yapılan savaşta mağlup olunca Bâbür, 1504’te Kâbil’e gitti ve orada Babürlü hanedanını kurdu. 1519’da Pencap’ı, 1526’da Delhi ve Agra’yı, 1528’de Luknov’u aldı, 1530’da vefat etti. Öldüğü sırada arkasında koca bir imparatorluk bırakmıştı.

Bâbür Şah, imparatorluk kurucusu büyük bir devlet adamı, şair, tarih ve hatıra yazarı, edebiyat teorisyeni ve nihayet bahçe mimarı bir botanikçidir.

Fuat Köprülü tarafından Çağatay edebiyatının “Nevaî’den sonra en mü­him şahsiyeti” (Köprülü 1945: 315) kabul edilen Bâbür Şah’ın beş eseri var­dır: Vekayi, Divan, Aruz Risalesi, Mübeyyen, Risâle-i Vâlidiyye.

En önemli eseri Bâbürnâme olarak tanınmış olan Vekayiidir. Sade ve samimî bir dille yazılmış olan bu eser Türk hatıra edebiyatının ve Çağatay nesrinin şaheseridir. Devrinin olayları hakkındaki en önemli tarih kaynakla­rından biridir. Dönemin sadece siyasî olaylarını değil, sosyal ve kültürel hayatını ve dünya görüşünü de bu eserden anlamak mümkündür.

Bâbürnâme 1857’de Kazan’da N. İlminskiy tarafından basıldı.

1871’de Paris’te Pavet de Courteille tarafından “Memoires de Baber” adıyla Fransızca tercümesi yayımlandı.

Annette Susannah Beveridge, 1905’te Londra’da “The Babur-nama” adıyla Haydarabad nüshasının tıpkıbasımını; 1922’de “The Babur-nama in English “adıyla İngilizce tercümesini yayımlamıştır.

Eser Reşid Rahmeti Arat tarafından bugünkü Türkçeye aktarılmıştır: Gazi Zahîrüddin Muhammed Babur, Vekayi, Babur’un Hatıratı I, TTK, An­kara 1943; //, TTK, Ankara 1946.

1969’da Jean-Louis Bacque-Grammont, Fergana bölümünün tenkitli metnini ve Fransızca tercümesini doktora tezi olarak hazırladı.

1993’te Mesut Şen de eser üzerinde doktora tezi yaptı: Gazi Zahirüddin Muhammed Babur- Baburname, Giriş-Metin (Kâbil ve Hindistan bölümleri)-Açıklamalı Dizin, İstanbul 1993 (Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırma­ları Enstitüsü, basılmamış doktora tezi).

Babur’un divanının birçok nüshası vardır. 20. asrın başında Sir Denison Ross (1910) ve Samoyloviç tarafından (1917) yayımlanmıştır.

Babur divanının Türkiye’de ilmî yayını Bilâl Yücel tarafından yapıl­mıştır: Babür Divanı (Metin-Gramer-Sözlük), Ankara.

Klasik devrin Ubeydî (Şibanoğulları hanedanının dördüncü hükümdarı), Meclisî, Bayram Han (Babürlü Hümayun Şah ile Ekber Şah’ın oğlu) gibi daha başka şairleri de vardır.

5. Klâsik Sonrası Dönem:

Çağatay edebî dilinin klâsik devri 1600’de sona erer. Son Şibanlı hü­kümdarları Abdullah Han ile oğlu Abdülmü’min’in 1598’de ölümü üzerine Türkistan’daki birlik sona erer; ülke parçalanır. Buhara ve Hive hanlıkları ve 18. yüzyılda da Hokant hanlığı kurulur. “Hanlıkların gerek kendi iç savaşları ve gerek birbirleriyle olan bitmez tükenmez kavgaları Orta Asya Türklüğü­nün kuvvetini kökünden sarsmış ve Rusların Türkistan’ı kolayca istilâsına yol açmıştır.” Buhara 1868’de, Hive 1873’te, Hokant 1876’da Rus Çarlığına bağlanmıştır (Eckmann 1996: 208-209).

“17. asırda Kâşgar’da ve Fergana şehirlerinde Çağatayca”, “resmî dil ve kültür dili olarak Farsçadan daha fazla” kullanılmıştır. Muhammed İvaz’ın yıldıznamesi ve bazı vakfiyeler bunu göstermektedir. 18. yüzyılda bu bölge­de “basit dinî kitaplar, akaide ve fıkha ait tercümeler, tasavvuf ve ahlâka ait risaleler, menâkıp kitapları, halk hikâyeleri ve mahallî vekayinameler Çağa­tayca olarak telif veya Farsçadan tercüme edilmiştir.” Muhammed Sadık, Muhammed Niyaz başlıca tarih yazarlarıdır (Köprülü 1945: 318).

  1. yüzyılda Mâverâünnehir’de, yergi şiirleriyle tanına Turdî, “sûfıyane lirik şiirleri” ile tanınan Baba Rahim Meşreb, şöhreti İdil boylarına ulaşan, “hakkında birçok menkıbeler rivayet edilen” Sûfî Allahyar, Yesevî tarzını devam ettiren Kul Şerif, Hive’de Vefaî; 18. yüzyılda Mâverâünnehir’de Nevbetî, Abdullah Macid Harabatî, Gazı, Meşreb-i Sanî, Hüveydâ, Şeykalî, Hîve’de Mevlânâ Yahya, Seyyid Muhammed Ahund, Beyzâ, Pehlivan Kulı Revnak, Kadı Muhammed Neşatî, Molla Muhammed Niyaz Münşî (Köprülü 1945: 320-321) klasik sonrası Çağatay edebî dilinin başlıca temsilcileridir.

Klasik sonrası devrin en önemli ismi hiç şüphesiz Ebulgazi Bahadır Han’dır. Ebülgazi Bahadır, 17. yüzyılın Hîve hanlarındandır. Çengiz Han soyundandır. Şibanlı sülâlesinin Yadigâr kolundandır (Köprülü 1945: 316). 1603-1663 yılları arasında yaşamıştır. 1620-1642 yılları kardeş kavgalarıyla geçti. Bu dönemde Ebulgazi çok hareketli ve maceralı bir hayat yaşadı; 10 yıl Safevîlerin yanında kaldı; Teke ve Mangışlak Türkmenleri arasında do­laştı. 1642’de Ürgenç’e, birkaç yıl içinde de bütün Harezm’e hâkim oldu ve Hîve tahtına oturdu. Çağatay Türkçesinin önemli nâsirlerinden olan Ebülgazi Bahadır Han Farsça, Arapça ve Moğolca bilmekteydi (Ergin ŞT: 10-11).

Ebulgazi Bahadır Han iki eser yazdı: Şecere-i Terâkime, Şecere-i Türk.

1660’ta yazılan Şecere-i Terâkime, Oğuzname‘nin Çağatayca varyantı­dır. Oğuzname’nin 14. yüzyıl başlarında Türkmenler arasında yaşayan var­yantı veya daha büyük bir ihtimalle Doğu Türkçesinde mevcut olan, fakat bugüne ulaşmayan bir nüshası Reşideddin tarafından Farsçaya çevrilerek “Târih-i Oğuzân ve Türkân ve Cihângirî-i u” adıyla Câmiü’t-Tevârîh içine konmuştu. Ebülgazi Bahadır Han’ın bu eserden faydalandığı muhakkaktır. Fakat o, içlerinde yaşadığı Türkmenlerden de bazı rivayetleri eserine kat­mıştır. Bu bakımdan Şecere-i Terâkime, Reşideddin Oğuznamesiyle birlikte Oğuz Kağan Destanı’nın İslâmî rivayetinin en önemli kaynağıdır. Oğuz Ka-ğan’dan sonraki efsanevî Türk-Oğuz tarihi (sözlü tarih) de sadece bu iki eserden öğrenilebilmektedir.

Ebülgazi Bahadır HanŞecere-i Terâkime‘yi sade bir Çağatay Türkçesiyle yazmıştır. Şöyle diyor: “Barça bilir] kim bizdin burun türkî târîh aytkanlar, Arabî lugatlarını koşup tururlar ve Fârisîni hem koşup tururlar ve Türkîni hem sec’ kılıp tururlar; özlerimi) hünerlerin ve üstâdlıklarını halkka ma ‘lûm kılmak üçün. Biz munlarnıŋ hiç kaysısını kılmaduk. Anıŋ üçün kim bu kitâbnı okuguçı ve tıŋlaguçı elbette Türk bolgusı turur; bes Türklerge Türkâne aytmak kerek; tâ olarnıŋ barçasıfehm kılgaylar” (Kononov: 6).

Bu parça Muharrem Ergin tarafından bugünkü Türkçeye şöyle aktarıl­mıştır:

“Hep bilin ki, bizden önce Türkçe tarih söyleyenler Arapça lugatleri katmışlardır ve Farsçayı da katmışlardır ve Türkçeyi de seci kılmışlardır. Kendilerinin hünerlerini ve üstâdlıklarını halka malûm kılmak için. Biz bunların hiç birisini yapmadık. Onun için ki: Bu kitabın okuyucusu ve dinle­yicisi elbette Türk olacaktır. Tabiî Türklere Türk-âne söylemek gerek. Tâ ki, onların hepsi anlasınlar.” (Ergin ŞT: 19).

Şecere-i Terâkime‘nin birçok nüshası vardır. Samoyloviç tarafından bulunan ve Rus İlimler Akademisi Kütüphanesine verilen Nuri İşan nüshası Türk Dil Kurumu tarafından 1937’de tıpkıbasım olarak neşredilmiştir. En eski nüsha olan Taşkent nüshası, yedi nüsha ile karşılaştırılarak 1958’de Andrey N. Kononov tarafından yayımlanmıştır: Rodoslovnaya turkmen, Moskva-Leningrad 1958. Kononov,karşılaştırmalı metin (Arap harfleriyle), Rusça tercüme ve eserin gramerini vermiştir.

Muharrem Ergin 1970’lerde (tarih yok), Tercüman 1001 Temel Eser di­zisinin 33. olarak Kononov metnini Türkiye Türkçesine aktarmıştır. Eserde Kononov metninin tıpkıbasımı da vardır.

Şecere-i Terâkime üzerindeki son ilmî yayın Zuhal Kargı Ölmez‘e ait­tir: Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Soykütüğü), Ebulgazi Bahadır Han, Ankara 1996.Bu çalışmada transkripsiyonlu metin ve gramatikal dizin var­dır.

Ebülgazi Bahadır Han‘ın ikinci eseri Şecere-i Türk‘tür. Bahadır Han bu eseri tamamlayamadan ölmüş, son kısımlarını oğlu Ebülmuzaffer ve Anuşa Muhammed Bahadır Han yazmıştır. Eser, esas itibariyle atalarının ve ayrın­tılı olarak kendi döneminin tarihidir; fakat Türklerin efsanevî tarihlerinden de parçalar ihtiva eder.

Eserinin girişinde Bahadır Han “bu târîhni yahşi ve yaman barçaları bilsün tip Türk tili birlen ayttım. Türkîni hem andak aytıp-men kim beş yaşar oglan tüşünür. Bir kelime Çagatay Türkîsindin ve Fârisîdin ve Arabîdin koşmay-men, rûşen bolsun tip” demektedir (Çağatay 1963: 229). Metni bu­günkü Türkçeye şöyle aktarabiliriz: “Bu tarihi, iyi ve kötü, herkes bilsin diye Türk dili ile söyledim. Türkçeyi de öyle söyledim ki beş yaşındaki çocuk anlar. Bir kelime Çağatay Türkçesinden ve Farsçadan ve Arapçadan katma­dım, açık olsun diye.”

Şecere-i Türk, 18. asırdan itibaren Batı’da ve Rusya’da tercüme edilip yayımlanmıştır.

Türkiye’de 1864’te Ahmed Vefik Paşa tarafından, 1925’te Rıza Nur ta­rafından yayımlandı. Saadet Çağatay 1963’te, eserden bazı parçalan trans­kripsiyonlu olarak “Türk Lehçeleri Örnekleri I’de neşretti. Şecere-i Türk üzerinde Selçuk Üniversitesinde Kâzım Karabörk tarafından bir doktora tezi yapılmıştır: Şecere-i Türk Üzerinde Bir Sentaks Çalışması, Konya 1995. Transkripsiyonlu metni de ihtiva eden bu çalışma henüz yayımlanmamıştır.

  1. yüzyılın başlıca edebî merkezleri Hive ve Hokant’tır. Hive’de Mu­nis Harezmî (1778-1829), Âgehî (1809-1874), Kâmil Harezmî (1825-1899), 19. yüzyılın ikinci yarısında Muhammed Rahim Han (Fîrûz), Tabîbî, İvaz Otar gibi şairler yetişti. Muhammed Rahim Han’ın yazdığı ve 1909’da Hive’de taş baskısı olarak basılan Mecmûatü’ş-Şuarâ-i Fîruzşâhî adlı anto­lojide 33 şair, her şairden seçilmiş 101 ve toplam 3333 şiir vardır. Eckmann bunlardan bazılarının isimlerini verir: Âciz, Âkil, Beyanı, Esed, Gazî, Hakîrî, Kemalî, Racî, Sadık, Sadî, Sultanî, Şinasi, Ümidî (Eckmann 1996: 210-216).

Hokant’ta 1810-1822 arasında hanlık yapan Ömer Han kendisi şair ol­duğu gibi, sarayında da 70’ten fazla şair vardı: Nemenganlı Fazlî, Gülhanî, Hâzık, Mahmur, Mücrim. Ve üç kadın şair: Mahzûne, Üveysî, Ömer Han’ın karısı Nadire. Hive’de olduğu gibi Hokant’ta da bir antoloji hazırlanmıştır. Fazlî’nin yazdığı Mecmûa-i Ömer Han‘da 75 Ferganalı şairin şiirleri yer almaktadır. 1822-1842 arasında hanlık yapan Ömer Han’ın oğlu Muhammed Ali (Madali) Han da şairdi (Eckmann 1996: 217-228).

  1. yüzyılın ikinci yarısında Hokant’ta ceditçi şairler de yetişti: Mukîmî, Furkat, Zevkî, Zari.

Janos Eckmann‘ın son devir şairleri hakkında malûmat veren ve bazıla­rının şiirlerinden örnekler sunan yazısı önemlidir: “Çağatay Edebiyatının Son Devri (1800-1920)”, TDAY Belleten 1963, Ankara 1964.

Gönül Alpay da “XIX. Yüzyıl Özbek Edebiyatı” adıyla (TDAY Belle­ten 1973-1974) bu dönem üzerinde bir inceleme yayımlamıştır. Bu incele­meden de 19. yüzyılın ikinci yarısına ait birkaç ismi ilâve edebiliriz: Almaî, Muntazır, Nimetullah oğlu Mîrî, Kâmî.

6. ÇAĞATAYCA SÖZLÜKLER

Ali Şir Nevayî ile Çağatay Türkçesinin kazandığı itibar, özellikle onun eserlerini anlamak üzere sözlükler düzenlenmesine de yol açtı. Türkistan, Hindistan, İran, Azerbaycan ve Anadolu’da birçok sözlük yazıldı. Ahmet Caferoğlu, “bu lugatler sayesinde Ali Şir Nevaî’nin “Orta Asyalılıktan” çıkıp “yakın Şark ülkeleri Türklüğünün en mümtaz düşünürü” hâline geldi­ğini belirtir. Caferoğlu’na göre bu sözlükler bir ekol oluşturmuştur ve bu ekolün adı “Çağatay Türkçesi Leksikografı Mektebi’dir (Caferoğlu 1984: 223).

Çağatay Türkçesi leksikografı (sözlükçülük) mektebinin özelliklerini Caferoğluşöyle sıralar:

  1. “Her sözün kendi öz manası dışında, muhtelif Çağatay şairlerindeki
    nüanslarını ve semantik manalarını belirtmek”; bunun için de “mukayeseli
    metoda başvurmak”;
  2. Arapça, Farsça kelimelere yer vermemek;
  3. Zaman zaman “Anadolu Türkçesinden, Azerbaycan’dan, Türkmenceden
    örnekler almak.

Caferoğlu, “estetik bakımdan” da “Çağatay lugatlerinin en ağır basan noktası”nın “Mir Ali Şir Nevaî’nin şiir ve lugat dehasını” belirtmek olduğu­nu bunlara ilâve eder (Caferoğlu 1984: 223-224).

Başlıca Çağatay sözlükleri şunlardır:

Abuşka Lugati

  1. yüzyılın başlarında Anadolu’da yazılmıştır. Yazarı belli değildir. İlk maddesi abuşka (yaşlı kadın) olduğu için bu adla tanınmıştır. “Lugat-ı Nevaî” olarak da bilinir. Pek çok nüshası bulunmaktadır. En eski nüsha 1560 tarihlidir (Caferoğlu 1984: 224-225). 2000 kadar kelime ihtiva eder (Eckmann 1996: 189). 1862’de A. Vambery tarafından, örnekleri konul-maksızın Macarcaya (Budapeşte) çevrilmiş; 1868’de Vel’yaminov-Zernov tarafından Türkçe metnin tamamı Fransızcaya çevrilerek St. Petersburg’da yayımlanmıştır.

Eserin ilmî neşrini Türkiye’de Besim Atalay yapmıştır: Abuşka Lugati veya Çağatay Sözlüğü, Ankara 1970.

Bedâyiü’l-Lugat

Hüseyin Baykara zamanında İmanî mahlâslı Tâlî tarafından yazılmıştır. Petersburg Devlet Kitaplığında bulunan tek nüshası 1705-1706 yılında istin­sah edilmiştir. Borovkov tarafından 1961’de Moskova’da tıpkıbasımıyla birlikte yayımlanmıştır (Caferoğlu 1984: 225).

Fazlullah Han Lugati

  1. yüzyıl başlarında Hindistan’da yazılmıştır. Yazarı, Babürlü haneda­nına mensup Fazlullah Handır. Eserine Lugat-ı Türkî adını vermesine rağ­men sözlük, yazarının adıyla tanınmıştır. Sözlüğün birinci kısmı fiiller, ikin­ci kısmı isimler, üçüncü kısmı sayı, hayvan, bitki vb. kavramlara ayrılmıştır. 1825’te Kalküta’da basılmıştır (Caferoğlu 1984: 225).

Kitâb-ı Zebân-ı Türkî

Çağatayca-Farsça bir sözlük olup 17. yüzyılda Hindistan’da yazılmıştır. Yazarı Muhammed Yakup Çingî adlı bir bilgindir. Eserde gramer bölümü de vardır. Tek nüshası Londra’da British Museum’dadır (Caferoğlu 1984: 226).

Senglâh Lugati

Mirza Mehdî Han tarafından 1758-1760 yılları arasında yazılmış Çağa­tayca-Farsça sözlüktür. Mirza Mehdî Han, Nadir Şah’ın vak’anüvisidir. Ba­şında Mebâniül-Luga adlı bir gramer de bulunan eserin dördü Londra’da, biri Paris’te, biri Tahran’da altı nüshası vardır. Sadece gramer kısmının biri Tahran’da, biri Süleymaniye Kütüphanesinde olmak üzere iki nüshası daha vardır. Sözlükteki kelime sayısı 6000 civarındadır (Eckmann 1996: 187-189). Mirza Mehdî Han’ın Heratlı Talî, Feragî, Tahir Herevî, Nasr-Ali, Mir­za Abdülcelil Nasirî gibi Çağatay sözlüğü yazanlardan bahsetmesi (Caferoğlu 1984: 226) önemlidir. Demek ki Nevaî devrinde yazılmış olup bugüne ulaşmayan birçok sözlük vardır. Yukarıdaki isimlerden sadece Heratlı Tali’in sözlüğü bilinmektedir.

Senglâh Lugati’nin gramer kısmı olan Mebâniü’ l-Lugat, Denison Ross tarafından 1910’da Kalküta’da yayımlanmıştır. Aynı bölümü 1942-1947’de, Budapeşte’de J. Eckmann da işlemiştir. Besim Atalay ise Mebâniü’l-Luga’nın Süleymaniye nüshasının tıpkıbasımını 1950’de yayımlamıştır. Gramer bölümünü 1956’da Karl Menges de işlemiştir.

Senglâh Lugatini tam olarak neşreden Sir Gerard Clauson’dur: Persian Guide to the Turkish Language by Muhammad Mahdî Xan, London 1960.Çalışmada giriş, tıpkıbasım ve indeks vardır.

Hulâsa-i Abbasî

Mehmed Hoyî tarafından 19. yüzyılın ilk yarısında yazılmış ve İran şahı Fethali Kaçar’in oğlu Abbas Mirza’ya ithaf edilmiştir. Üç nüshası vardır (Caferoğlu 1984: 227).

El-Tamga-yı Nâsirî

  1. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış Farsça-Türkçe sözlüktür. Nasirüddin Şaha (1849-1896) ithaf edilmiştir (Caferoğlu 1984: 227).

Fethali Kaçar Lugati

Fethali Kaçar Kazvinî tarafından 1862’de yazılmış Farsça-Türkçe söz­lüktür. İran sahasındaki Çağatayca sözlüklerin en büyüğüdür. İki nüshası bilinmektedir (Caferoğlu 1984: 227-228).

Eser, Jozsef Thury tarafından “Behcetü’l-Lugat” adıyla 1903’te Buda­peşte’de yayımlanmıştır.

Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmanî

Özbekler tekkesi şeyhi Süleyman Efendi tarafından yazılmış ve 1882’de İstanbul’da yayımlanmış Çağatayca-Osmanlı Türkçesi sözlüktür.

7000 kadar kelime ihtiva eden (Eckmann 1996: 190) sözlük, I. Kunos tarafından kısaltılarak Almancaya çevrilmiş ve 1902’de Budapeşte’de ya­yımlanmıştır (Eren 1950: 146).

Üss-i Lisân-ı Türkî

Mehmed Sadık tarafından hazırlanmış ve 1897-1898’de İstanbul’da ya­yımlanmıştır. Martin Hartmann tarafından ilâvelerle Almancaya çevrilmiş ve 1902’de Heidelberg’de yayımlanmıştır.

*          *

Çağatay Türkçesinin modern gramerleri Janos Eckmann tarafından ya­zılmıştır:

Janos Eckmann, “Çağatay Dili Hakkında Notlar”, TDAY-Belleten 1958, Ankara.

Janos Eckmann, “Das Tschaghataische”, PhTF (Fundamenta) I, Wiesbaden 1959. Bu yazı Mehmet Akalın tarafından Türkçeye çevrilmiştir: “Çağatayca”, Târîhî Türk Şiveleri, Ankara 1979.

Janos Eckmann, “Küçük Çağatay Grameri”, TDED, X, İstanbul 1960.

Janos Eckmann, Chagatay Manual, Bloomington 1966. Çağataycanın en ayrıntılı ve planlı grameri olan bu eser Günay Karaağaç tarafından Türkçeye çevrilmiştir: Çağatayca El Kitabı, İstanbul 1988.

A. M. Şerbak‘ın Rusça gramerinde “Eski Özbek Dili” terimi tercih edilmiştir: Grammatika starouzbekskogo yazıka, Moskva-Leningrad 1962.

Sonuç:

Çağatay Türkçesi Dönemi, zengin bir edebî dil anlayışı içinde gelişimini sürdürmüş önemli bir dönemdir. Gerek Fuat Köprülü’nün gerekse batılı ilim adamlarının görüşleri doğrultusunda denilebilir ki bu dönem Türk edebiyatı ve tarihi bakımından çok önemli bir yere sahiptir.

Dönemin en önemli ismi hiç şüphesiz Ali Şir Nevâî’dir. Nevâî’nin Çağatay Türkçesinin ses özelliklerini çok iyi bilmesi ve bu dili edebîleştirme hususunda çok önemli başarılara imza atmış olması durumu özetler niteliktedir. Muhâkemetü’l Lûgateyn adlı eserinde Türkçe ve Farsça’yı mukayese eden ve neticede Türkçe’nin Farsça’dan fiiller bakımından da nice zenginlikler içinde olduğunu vurgulayan Nevâî, Türkçe yazmanın önemine her zaman dikkat çekmek istemiştir. Eleştiriler karşısında yılmadan yoluna devam eden Nevâî, yazdığı birçok eserle Arapça, Farsça ve Türkçe’ye ileri derecede hâkim olduğunu göstermiş önemli bir âlimdir. Herat, bu dönemde Hüseyin Baykara’nın ve Nevaî’nin elinde âdeta bir altın gibi işlenmiş; sosyal ve kültürel açıdan çok büyük yeniliklere öncü olmuştur.

“Çağatay Türkçesi Dönemi” üzerinde birçok ilim adamı çalışmalarda bulunmuştur. Bu dönemi edebî ve tarihî gelişim süreci içinde ele alan âlimler, çalışmalarını bu doğrultuda şekillendirmiştir. Özellikle dönem içinde ön plâna çıkmış olan önemli isimler üzerinde yoğunlaşılarak bu dönemin gelişim süreci üzerinde ayrıntılı bir biçimde durulmuştur. Yalnızca Nevâî’nin eserleri üzerinde yapılan çalışmalar dahi durumun ciddiyetini kavrama noktasında önemli bir paya sahiptir.

Özetle söylemek gerekirse, “Çağatay Türkçesi Dönemi” gerek dil özellikleri açısından gerekse tarihî ve edebî gelişim süreci içindeki yerinden hareketle Türk edebiyatında son derece geniş ve önemli bir alanı kapsamaktadır.

KAYNAKÇA

Eckmann, Janos, Harezm, Kıpçak ve Çağatay Türkçesi Üzerine Araştırmalar, TDK, Ankara 1996.

Eraslan, Kemal“Çağatay Şairi Atâyî’nin Gazelleri”, TDAY Belleten-1987, Ankara 1992, s. 113-164.

Eraslan, Kemal, “Çağatay Şiiri”, Türk Dili 415-417, Temmuz-Eylül 1986, s. 564-717.

Ercilasun, Ahmet B., “Türk Dili Tarihi-Başlangıcından Yirminci Yüzyıla”Akçağ Yayınları

Eren, Hasan, “Çağatay Lugatleri Hakkında Notlar”, DTCF Dergisi VIII, Ankara  1950, s. 145-163.

Karaağaç, Günay, Lutfî Divanı – Giriş-Metin-Dizin-Tıpkıbasım, TDK, Ankara 1997.

Köprülü, M. Fuad, “Çağatay Edebiyatı”, İslâm Ansiklopedisi, 3. cilt, Ankara 1945, s. 270-323.

Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1991.

Hazırlayan: Yusuf EKEN

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir